Nuran YILDIZ

FARKINDAYIM, HATA YAPIYORUM!

----- 07.10.2009 - 00:01 -----

Sanırım erkeklerle kadınlar arasındaki önemli farklardan biri de bu: Erkek kısmı hata yaptığını fark ettiği an genelde işleme son veriyor, kadın kısmıysa hata olduğunu bilse bile yapmaktan vazgeçmiyor. Benim gibi.

Artık Habertürk’te yazmayacağımı öğrendiğim ilk anlarda hissettiğim “ama yazmazsam ne yaparım” türünden bir boşluktu. Bir akademisyenin asıl işlerinden birinin zaten yazmak olduğunu bir an unutmuştum. Ama yalnızca bir an!

Bu durum hayatımdaki ikinci başarısızlığım mıydı yoksa? (İlk başarısızlığım sevdiğim adamla ilişkimi yürütmeyi becerememek olmuştu ama o da neredeyse tarih öncesi bir dönemdi.)

“Yaşasın ikinci başarısızlığım!” diyerek tam normalleşme sürecine girecektim ki durumumun medya için genel geçer durumlardan biri olduğunu öğrendim. Habertürk’te köşe yazamayacak olmamın gerekçesi etkisiz, sıradan yazmam değil, tam tersine yazdıklarımın genelde 12’den vurmasıymış. Kimi iktidar yalakalarını, kimi kraldan çok kralcıyı (kralın durumdan zerre haberi olmasa da) rahatsız ediciymişim.

Rahatsız edici olmak iyidir. Siz bakmayın halim selim olmanın değer gördüğüne. Muhalif olmak da iyidir. Gelenin gidenin salla başı, otur oturduğun yerde türü silikliklere özendirilmesini boş verin.

“İnsan kurşun kalemle yazılmıştır” diyor şair. Bence de. Yaşadıkları silindiğinde kağıtta kalemin izi kalacağı derinlikte yaşamalı insan.

Şimdi diyeceksiniz ki “İyi de, nerede hata yapıyorsun?”
Şurada;

Eskiden pazar günleri öğleye kadar yataktan çıkmamak bana rivayet gibi gelirdi. Millet “acaba bu pazar nerede brunch yapsak?” diye kafa yorarken ben, sabahın körü kalkıp öğleye kadar yazıyı yetiştirmek zorundaydım.

Cumartesi herkesler bilmem ne kafede geleni geçeni süzüp “bunun altına da bu giyilir mi?” geyiğine sararken, ben ya derin düşüncelere dalıyor onmaz aşıklara benziyordum. Ya da deli danalar gibi huzursuz dolanıyordum: “Bugün cumartesi ve halâ gazeteye yazacak bir şey bulamadım!”

Oysa köşe yazmayı bıraktıktan sonra da hayat varmış. Hem de gerçek hayat!

Meğer Türkiye’nin hiçbir sorunu yokmuş. Sorun dediğin şey yalnızca senin başına gelen şeymiş. Ülke sorunları sıfırlanıp, kişisel sorunlar hayatın kendisi olabiliyormuş.

Kürt açılımı ne durumdaymış, kimin umurunda! Komutanlar TBMM açılışındaymış, aman bana ne? Hatta bir ara halâ tek devlet, tek millet duruyor muyuz gibi durumların yanıtlarına bile uzak olunabiliyormuş. Star Haber’de Uğur Dündar’ı izlemesem, Hürriyet’te Yılmaz Özdil’i okumasam kendimi AKP’den (Yaşasın AKP’ye AKP deme özgürlüğü! Yaşasın Internet ortamı!) yapılmış bir cennette hissedebilirdim.

O derece pür neşe günlerde, siz okurlarım huzurumu kaçırmaya başladınız.

Önce bilgi işlemci arkadaşlarım fi tarihte almış olduğum www.nuranyildiz.com domain’ine girişler olduğunu söyledi. Internet özürlü benim gibi birinin anlayacağı şekilde, şöyle söyledi bunu: “Hocam bak, insanların olmayan bir siteye tık’lama yapabilmesi için böyle bir sitenin en azından isim düzeyinde var olduğunu bilecek kadar size meftun olması gerekir. Yok öyle değilse, arama motorlarından birine adınızı, soyadınızı yazıp aramaları gerekir. İşte öyle çok insan var. Hadi gelin bu siteyi açalım.”

Ben ki doktora tezinin önemli bir bölümünü bilgisayarda kaybetmiş biriyim! Ben ki kağıt, kalem (mümkünse kurşun) ve kitap üçlüsünün önüne kendimi siper etmiş biriyim, elbette “olmaz” dedim, “işim mi yok?” Hatta “iki seçmeli derste 150 öğrenci toplanmış beni bekler, kendimi onlara adayacağım” gibi Çalıkuşu’nun Feride’sine bile öykündüğüm oldu.

Sonra okurlarımdan Doğan K. “Biz 5 bin kişiyiz ve yazılarınızı bekliyoruz” türünden acayip gaza getirici o e-postayı gönderdi. Hatta ve hatta olmayan siteye girip, olmayan yazılarımın neden olmadığı yolunda fırçalar yedim. Hatta ve hatta “Madem yazmayacaksınız, öyleyse derslerinize misafir olarak gelebilir miyiz?” türü insanlar türedi.

Sonunda rahatımı kaçırdınız. “Internet mi, bana uzak olsun” türü cümlelerimi bana yedirdiniz.

Sizin için yazmak, size rağmen yazmak, size karşı yazmak. Büyük sorumluluk. Yeniden yazmaya başlayarak hesap vermeye de başlayacağımın farkındayım. Siyasetsiz, sorunsuz yaşamaktan vazgeçmek büyük hata, farkındayım. İşte o hatayı yapıyorum. Yazıyorum. Sevenlerimin gözü aydın, sevmeyenlerim hiç kusura bakmasın.

BENZİNİM BİTTİ VE ORMAN YOLUNDA YALNIZIM!

Evet, o filmlerde gördüğümüz sahne gerçek oldu. Hani sürücü ıssız yollara girdiğinde arabasının benzini biter. Civarın tam zamanlı sapığının avına dönüşüverir. Hani biz de “Hak etti salak, insan o yola girerken depoyu doldurmaz mı?” diye dudak bükeriz. İşte öyle bir şeydi yaşadığım. Salaklıktan değil, oto kiralamacı Yusuf’un yüzünden.

Geçen bayram tatil 4 günlük bir şeydi ya. Bodrum yarımadasına gidenler o kadar kısa zaman için o kadar uzun yol gidilmez diyerek uçağa hücum etmişler. Yarımadada kiralanmaya değer ne kadar araba varsa kiralanmış.

Nasıl olsa Yusuf bana araba bulur tembelliğinden onu aramayı son güne bırakınca “Abla” dedi, “elimde bir tane 1200 motor Renault var bir de özel donanımlı AUDI Quattro.” Tam “Elbette Audi” diyecektim ki ikisi arasındaki kira bedeli farkını söylemesin mi? Birden Yusuf’u hiç sevmedim, bunu ona söyleyecektim ki vazgeçip “peki Röno olsun” dedim.

Ve fakat, Yusuf bana meşhur Bodrum yokuşlarında arabanın beni taşımak yerine benim onu itmek zorunda kalacağımı söylememişti. Frene bastığımda arabanın içindekilerin neredeyse ön camdan dışarı fırlamasına ramak kalacağını da. Benzin göstergesinin bozuk olduğunu da!

Bayram ya, bindim arabaya sevgili dostum Meral Saçkan’a bayramlaşmaya gidiyorum. Almışım bir şişe kırmızı şarabı da yan koltuğa.

Gündoğan koyuna Torba (dünyanın en güzel tatil beldesi) tarafından gidiyorum. O yolu bilen bilir, önemli kısmı ormanın içinden kıvrılarak uzanır. Torba kavşağında baktım gösterge “bu benzin 120 km götürür” diyor, zaten gideceğim yer 10 km.

Orman yoluna girip az gittim, göstergedeki 120 oldu mu 0 (yazıyla sıfır)? Aynı anda benzin lambası yanıp sönmesin mi ve araba duruvermesin mi?

Her normal insan gibi oradan geçen arabalara otostop çekme fikriyle iniyorken, otostop çekerek dünyayı gezerken Türkiye’de tecavüze uğrayıp öldürülen Pibba Bacca’nın beyaz gelinlikli görüntüsüyle vazgeçtim.

Kapıları kilitledim. Meral’i arasam koskoca İş Bankası’nın, koskoca iletişimcisiyle eşini bayram bayram ellerinde benzin bidonuyla! Görüntüyü zihnimden siliverdim.

Karşıdan belediyenin kağıt toplama aracı geliyor. Durdurayım derken aracın kamyonet olduğunu fark ediyorum. Pibba da kamyonet durdurmamış mıydı? Hem belediye görevlilerinin temiz kağıdının hep temiz kalacağının garantisi mi var?

Fatih Altaylı’yı aramak geliyor aklıma. Arabaları ve sürücüleri bilir ya. Mesela “şu renk araçların sürücüleri güvenilir olur, onları durdurabilirsin” diyebilir. Artık gazetesinde yazmadığım adamı aramak da içimden gelmiyor. Aklına güvendiğim bir dostumu arıyorum. “Gözüne bir araba kestir, durdur” diyor, “arabaya binince hemen konuşmaya başla, bilmiş kadını çekemez bizim erkekler, en kısa sürede seni indirmeye çalışacaktır.” Sonra ekliyor aklına çok güvendiğim arkadaşım: “Baktın ki tecavüz kaçınılmaz debelenmeye, karşı koymaya kalkma, hiç değilse canını kurtarmış olursun!”

Umut yok. Oto kiralamacı Yusuf’u arayıp düzeyi fazla düşürmeden hatırını soruyorum. Yusuf elinde bidonla gelip beni kurtarıyor!

AKP’Yİ AKP YAPAN

Bir yandan kongrelerinde görüyoruz ki tüm parti tek vücut. İçlerinde bir tek farklı ses çıkaran yok. Bırakın sesi, farklı nefes alan yok. Erdoğan nefesini içine çektiği anda hep birlikte nefes içe çekiliyor. O nefesi bırakınca hep birlikte nefes bırakılıp, göğüs iniyor. Daha hızlı ya da daha yavaş nefes aldın mı yandın! Birlik beraberlik o derece! O derece ki, tuhaf görünüyor.

Bir yandan görüyoruz ki danışmanlarından Egemen Bağış “Ben olsaydım yapardım” diyor, üstü örtülü Erdoğan’ın yaptığı yanlış demeye getiriyor.

Partide başka önemli isimler de “Ben olsaydım”lı cümleleri sık kullanıyorlar. Ama fısıltıyla yapıyorlar bunu.

İşte AKP’yi AKP yapan da bu. Yaptıklarını onaylamasalar da dışarıya karşı liderlerinin arkasında duruyorlar

AKLIMDA KALAN

Zihinsel Orgazm: Üniversitemizin açılış dersini Profesör Dr. Korkut Boratav verdi. Ders hem yöntemiyle hem de içeriğiyle gerçek bir entelektüelin gösterisine dönüştü. Tüm salonun yüzünde mest olmuş bir gülümseme. Üstelik de konu başlığı “Uluslararası Krizin Düşündürdükleri” iken!

Ders anlatma yöntemiyle yaşlanmanın eskimek değil, demlenmek olduğunu gösterdi. Ders içeriği ise çarpıcı bir kriz değerlendirmesiydi. ABD’nin durumunun yaşlılık halinin ikinci çocukluk dönemine dönmesiyle, gelişmekte olan ülkeler arasındaki benzerlikleri sıraladı. Zihinsel orgazm diye bir şey varsa o da bu olsa gerek.