Nuran YILDIZ

KENDİNİ YİTİRME HALİDİR BU…

----- 26.10.2009 - 00:01 -----

İlk bir öğrencim sordu, sonra başkaları: “Başbakanın kendisini Atatürk’e benzettiği ilanlar için ne diyorsunuz?”

Daha görmemiştim ki, “Yok canım” dedim, “o kadar da değil, Başbakan nerede duracağını bilir.”

Bilboard’lardaki Atatürk’e öykünen Erdoğan fotoğraflarını görünce anladım ki Başbakan hakkında o kadar da emin olmamalıymışım. Geçmiş kara tahta başına, elinde tebeşir. Poz; Mustafa Kemal’in harf devrimiyle özdeşleşen fotoğrafındaki poz. O kadar birebir ki kara tahta, tebeşir mi kaldı okullarda umursamamışlar bile. Zaten güncel gerçek değil dertleri, tarihsel gerçek.

Bir lider (her lider) Atatürk’e benzemek isteyebilir. İçinde “Atatürk gibi olmak” ateşi yanabilir. Herkesin kendi Atatürk’ü ayrı olduğu gibi, herkes liderinde Atatürk’ten bir nitelik bulmayı hayal edebilir. Geçenlerde yazar Cavazzoni “Fellini benim için Atatürk gibidir” deyince tepki görmemiş miydi? Oysa ne yazılar yazılabilirdi bu söz üstüne… Benim hiç “Atatürk gibidir” diyeceğim kimsem olmadı. Fakirliğim ondandır.

Atatürk gibi birini aramak başka, kendini onun yerinde hayal etmek başka, kendini onun yerine koymak başka, kendini O sanmak başka ruh halidir. Kendini O sanmak! Hem de her fırsatta milli değerlere önem verdiğini söyleyen biri bunu yaparsa…

Bu, kendini kaybetme halinden başka bir şey değildir!

“Ol” deyince olduğunu sanma hali… Korku imparatorluğundaki sessizliği onay sanma hali… Tehlikelidir.

Liderlik başka bir şeydir. Korkudan değil, saygıdan susma halidir. “Gel” deyince gelenlerin sayısına bakma değil, “öl” deyince ölenlerin sayısına bakma halidir. İnsanların çıkarlarından yapılmış iplerini elinde tutma hali değildir, yüreklerini avuçlarında tutma halidir.

Atatürk’e benzeme fotoğrafına bakarken Başbakanın kendisini başkasının yerinde resmedecek kadar kendinden memnun olmamasına üzüldüm aslında.

Lider kendini yitirmeye yatkındır da, danışmanların kendini yitirmesi liderin inişini hızlandırır dedim kendi kendime.

Böyle Başbakanın “Apo’yu paşa yapalım, maaş bağlayalım” diyen danışmanlarının olmasına şaşmadım, bulaşıcı olan yalnızca domuz gribi virüsü değil ki. Ruh hali de bulaşır.

O Başbakanın, Eskişehir’de “Yüce Divan’da yargılanacaksınız!” diye haykıran öğrenciye “Kısmette varsa o da olur” diyecek kadar kendini yitirmiş bir Bakanı olması da normaldir, ruh hali bulaşır.

AB raporlarında “Atatürk’ü Koruma Kanunu kaldırılsın, ifade özgürlüğünü zedeliyor” safsatasını kaleme alanları düşününce uygulamada böyle bir kanun kaldı mı ki diye de sordum kendime. Fotoğrafa bakarken.

Sonra kendi kendime devam ettim:
Tarih kendini yitirmiş liderler çöplüğüdür. O çöplükte kendini liderden daha güçlü sanan yakın çevrenin adı bile geçmez.

Üstelik kendini yitirme hali, Başbakandan halka bulaşırsa korkmak lazımdır. 4-5 Eylül olaylarını anımsayanlar azınlıklara yapılanlar üzerinde durdukları kadar kendini yitiren kalabalıkların yapabilecekleri üzerinde de dursalardı… “Kitlenin imha edici gücü”ne kafa yorsalardı… Teröristleri karşılayanların da bu karşılamayı onur kırıcı bulanların da ne derece tehlikeli olabileceklerini fark ederlerdi.

Başbakana demeli ki, Mustafa Kemal olmanın yolu fotoğraflarından geçmez, fikirlerinden geçer… Anlar mı ki?

AŞK BİR HALÜSİLASYON…

İnsanın zihninde gerçekte olandan farklı bir gerçeklik yaratıyor aşk. Başka bir dünya kuruyor. Orada kadın kendini prenses, adam prens sanıyor. Onun için aşkınızın bitme işareti çorabın kokusudur. Sevgilinizin çorap kokusu burnunuzdan giriyorsa aşk diyarı terk ediyor demektir.

Şekil 1.A: Bir arkadaşıma sevgilisi sürekli “gözlerin o kadar güzel ki” dermiş. Sonra bir gün “gözaltına sürdüğün kalem gözlerini güzelleştiriyor” deyivermiş. Arkadaşım olayı anlattığı an “yolcudur Abbas, bağlasan durmaz” demiştim de, Abbas bavulu topluyormuş o sıra.

Ayşe Arman’ın Deniz Uğur (Reha Muhtar’ın çocuklarının annesi) söyleşisini okurken hatırladım bu olayı. Aşk bir halüsilasyon ve kesinlikle duyu organlarında araz bırakan bir tür sakatlık! Göz görmüyor. Kulak duymuyor. Burun sevgilinin kokusundan öteye çalışmıyor.

Deniz Hanım sevgilisi Reha Muhtar’ı öyle bir anlatmış ki. Beyefendiyi görmesek aklımızdan ne prensler geçecek. Neden böyle bir adam biz sıradan insanların karşısına çıkmaz diye dövünüp duracağız.

Zekâsı baştan çıkarıyormuş Deniz Uğur’u. (Genelde öyle olur, önce zekâsı baştan çıkarır sonra aynı zekâ başa bela olur.)

“İkinci bir hayat verdi” diyor. Ona hayranlık duyuyor. Kadının bilinçaltına dokunuyormuş. (Aşk geçsin “çek elini bilinçaltımdan!” çığlığı yakındır.) Kim? Reha Muhtar!

Adam hediye olarak yazılan kitabı alıp bir kenara koymuş. Deniz Hanım aşık ya, “Öyle şeyler hissettiği zaman kelimelerle ifade edemez” diyor. Aşık olmasaydı adamın tavrının adı düpedüz “hödüklük”tü.

“Kitabın basılması için Reha kılını kıpırdatmadı” diyor, aşık ya, tavrı umursamıyor. Oysa düpedüz ilgisiz adam!

Reha Bey gerçekten Deniz Hanımın dediği gibi biri olabilir. Dışarıdan gördüğümüz adamın içinde ne cevherler gizli bilmemiz mümkün değil. De…

İşte mesele o “De”de…
Deniz Hanım Reha Muhtar’ı anlatıyor, “Önce fiziksel olarak çekici buldum.” Yok daha neler? Fotoğrafına bakıyorum, fiziksel çekici bir yan? Yok. Elektriğim tuttu dese anlarım, o gözle görülmez, çarpıldığınla kalırsın. Fizikten bahsediyor, gözü olan herkesin görebileceği şeyden!

“Kapı gibi bir adam” diyor. Gerçekten de öyle, kapı gibi. Hem de ne kapı! Kale kapısı desem kale kapısına haksızlık. Öyle bir cüsse.

“Öyle güzel hatları var ki” diyor ya, aşk makasını kapıp gerçekle bağı kesiveriyorum. Kendisini TRT koridorlarında gördüğümde, “Ateş Hattı”nı yaparken (neredeyse yüz yıl önce) bile aklımdan “adama bak ne orantısız” derdim de, duyan duyardı. Huyumdur, yüzüne söylemeyeceğimi ardından söylemem kimsenin.

Güzel hat ve Reha Muhtar! Yan yana durmaz, duramaz. Biri geldi mi öbürü son hız firarda. Güzel hat ve Reha Muhtar demek adamım George Clooney’in hatlarına hakaretten de öte. Bir tür katletme durumu. Güzel hat ve George Clooney. Muhteşem ikili. Güzel hat ve Reha Muhtar. İmkansız birliktelik!

Yine de kadının bilinçaltı durumun farkında ama üstüne uğramıyor, “ikimiz de bir parça şizofreniz” diyor. Şizofreni halüsilasyon demektir!

Yine de, Deniz Uğur söyleşisi bende bir imrenme hissi uyandırıyor ki sormayın. Kurbağadan prens yapacak kadar, eni boyu bellisiz bir adamdan hoşluk çıkaracak kadar aşk sarhoşluğuna düşebilmek istetiyor insana. Öyle bir imrenme bu.

Okura ödev: Bu yazıyı okurken yanınızda bir Reha Muhtar fotoğrafı bulundurun.

AKLIMDA KALAN

Türkiye’de gazete reklamlarının tuhaflaşan dili: Pazar günü gazetede iki reklam dikkatimi çekti. Biri konut reklamı. Başlığı “Sizin evinizin kapısı Central Park’a açılmalı.” Konut İstanbul’da, park dünyanın öbür ucunda. Reklam böyle okunabilir. Şöyle de okunabilir: Central Park hayranları Türkiye’de konuta o kadar para harcamaya ne gerek var, git gerçek Central Park’ın yakınından daha iyisini al. Diğeri otomobil reklamının metni “Çok sevgili sahip” diye başlıyor. Araba sahibine “beni değiştir artık” diyor. “Sahip”in içindeki “efendi”yi harekete geçirmek istiyor. Efendiliği mülk sahibine transfer ederken köle sözcüğüne hiç girmiyor. Çünkü biliyor ki köle sözcüğü arabayı sattırmaz, ama efendi sözcüğü sattırır. Oysa bu iki sözcük de zihinde birbirini çağrıştırır, o nedenle de sevimsizdir, iticidir.