Nuran YILDIZ

BEN BÖYLE MEDYANIN…

----- 04.11.2009 - 00:01 -----

Yukarıdaki başlığı nasıl tamamladığınızı az çok tahmin edebiliyorum. Niyetiniz mi kötü, medya mı kötü orasını bilemem.

Tanıyanlar bilir ki arabamın sınırları dışında küfreden biri değilim. Küfretmem! Kızdığım insanlara “küfretse de kurtulsak” dedirtecek kadar sancılı sözcükler kullanmada üzerime yoktur ama..

Hemen her gün televizyonların tartışma programlarından davet alıyorum. Hiçbirine katılmak içimden gelmiyor. “Üzgünüm” diyorum “başka zaman.” Böyle giderse “eğreti star” psikolojisine ramak kalacak neredeyse.

Gerekçe soruyorlar doğal olarak. Ağzımı açıp da “Ben böyle medyanın…” diye başlayınca bir şaşırma hissi geçiyor telefondan bu tarafa. “Sonunda bu kadını da zıvanadan çıkarmışlar, ana avrat gidecek” sanıyorlar. Onların şaşkınlığının üstüne hemen cümlemi tamamlıyorum: “Ben böyle medyanın ne içinde ne de bir yerinde olmak istemiyorum bu aralar!”

Bir tür medya orucu benimki. Öyle bir huzur… Öyle bir sinir bozukluğundan azadelik ki, şimdilik böyle iyiyim.

Medya orucundan memnunum. Oruç tutmayı sevmem ama oruç tutma fikrini severim. Bir inancın beni bir şeylerden mahrum ederek terbiye etmesine gerek görmem. Yeme içmeye oruç tutmam ama bir dosta oruç tutabilirim. Aylar ve aylar görmediğim bir dostumla saatlerce söyleşmek kana kana su içmek gibidir benim için. Yeter ki öyle dostlarımız olsun.

Medya orucu zamanı şimdi. Medya bizden olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılmış. Bizden olanlar neredeyse hiç kalmamış. Onlardan olanların programına çıksan konuşturulma ihtimalin zayıf. İşlerine gelmeyen laflarını ağzına tıkıyorlar insanın.

Hem programa katılsan ne olacak? Sağında oturana bakacaksın, normalde mümkünse aynı sokaktan geçmek istemezsin. Solunda oturana bakacaksın kendi haline yanacaksın. Karşında oturan mumyalamanın medya türü olacak, kendimi bildim bileli o koltukta sanki. Daha ağzını açmadan ne diyeceğini bileceksin.

Kolayını da bulmuşlar zaten. Sen, ben, bizim oğlan şeklinde gidiyor tartışmalar. Taraf gazetesini tartışan ekibe bakın mesela: Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Hasan Cemal, Cengiz Çandar! Programın adına bakın: Tecrübe Konuşuyor! Göz Mehmet Altan’ı, Ali Bayramoğlu’nu arıyor haliyle. Büyük olasılık onlar da yan kanalda kaplamışlardır ekranı. Körler, sağırlar birbirini ağırlar durumu! Ekranda olmadıkları gün psikolojik bunalıma girmeleri muhtemel.

Durumun iyi ve sevindirici bir yanı da var elbette: Artık kimse onları dinlemiyor. Sıktılar. Bıktırdılar. Medyanın bir tür dolgu malzemesi, bir tür Hükümete hoş görünme aracına dönüştüler.

Bu medya orucumu ne zaman bozarım bilinmez. Belki yarın belki çok sonra. Az önce bir arkadaşım şöyle dedi mesela: “İyi, sen medya orucu tutmaya devam et, senin karşı olduğun tüm görüşler serbestçe dolaşsın!” Kısacası “iyi halt ediyorsun” demeye getirdi… Bakalım.

BİRİ ARDA’YI KURTARSIN!

Arda özel bir yetenek.

Biz de yetenek mezarlığına hevesli özel bir milletiz.

Yenince ses yok da yenilince faturası gelip gelip Arda’ya kesiliyor. Onu o kadar genç yaşta kaptan yapan kim?

Daha kişisel olgunluğunu tamamlamadan sahanın sorumluluğunu sırtına yükleyen? Herkese “abi” derken, birden herkesin “abisi” yapan kim? Sinem Kobal bir yanda Saba Tümer diğer yanda sarışınlar arasında mekik dokutan kim?

Orada burada hava atıp, başarısının çenesine vurmasına izin veren kim?

Galatasaray yönetimi!

Takım yönetmek başka, yetenek yönetmek başka. Galatasaray yönetimi bu durumun farkında mı? Değil.

Not: Yıllar önce Adnan Polat bana söylediği “100 metre koşucusu değil, maraton koşucusu olmak lazım” sözünü Arda’nın kulağına sokmuyorsa, suç Arda’nın mı?

AKLIMDA KALAN

Latife Tekin’in “acı”yla ilgili saptaması: Türk romanının en önemli isimlerinden biri Latife Tekin. Yeni kitabının çıkması nedeniyle Akşam gazetesinin kitap ekinde Selin Özavcı’nın yaptığı bir söyleşisi yer almış. Kısa ama etkili, ağır cümlelerle dolu bir söyleşi. Diyor ki Latife Tekin “Acı gençliğimde içimden gelirdi ama artık dışarıdan geliyor; toplumda, dünyada olan bitenlerden, masum insanlara yapılan haksızlıklardan, şiddetten, ikiyüzlülükten…” İşte bu! Gençken tüm acılarımız kişisel dünyamızdan gelirdi, dışarıdaki dünyayı umursamazdık. Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları”nda olduğu gibi. Werther’in aşık olduğu Lotte’ye duyduğu aşk acısıydı acıdan anladığımız. Dünya küçük biz büyüktük. Yaş ilerledikçe dünya büyük biz küçükmüşüz, aklımıza çarpıyor. O çarpma anı olgunlaşmaya başladığımız an aynı zamanda. “Haftanın dersi” köşemde de Latife Tekin’den bir ders var zaten.