Nuran YILDIZ

“ARTIK SADECE KENDİM OLABİLECEĞİM…”

----- 04.01.2010 - 00:01 -----

“Sadece kendi olabilmek…” büyük lükstür. Atlarla, katlarla ve de yatlarla değiştirilemeyecek kadar büyük lüks! Kendimden biliyorum. Sadece kendi olabilmenin bedelini ödemiş birinden daha iyi kim bilebilir ki değil mi?

Başlıktaki cümle Ertuğrul Özkök’e ait. Dünkü yazısından. Sizin aşağıda okuyacağınız yazı ise bir önceki gün yazılmıştı. Özkök’ün cümlesiyle pek bir denk düştüğünden hem başlığımı değiştirdim hem de bu girişi eklemek istedim.

Dile kolay Türkiye’nin en büyük gazetesinin 20 yıllık genel yayın yönetmeni değişiyor. Böyle bir değişim ABD’de, Avrupa ülkelerinde yaşansa gündemin ilk sırasında yer alır, günlerce konuşulur, üzerine analizler yapılırdı. Türkiye’de ise pek öyle olmadı. Biraz medyadaki “yandaş” ve “merkez” yarılmasından biraz da mesleki kıskançlıktan olsa gerek. Medyanınki içler acısı bir durum.

Daha üzücü olan ise yapılmış olan birkaç analizin sığlığı. Mesela Hasan Bülent Kahraman gibi Fransa’dan göç durumunda birinin “Özkök Türkiye’deki değişimi analiz edemedi” demesine bakıp analiziniz eksik kalsın denebilir pekalâ.

Bir yayın yönetmeni Türkiye gibi çalkantılı bir ülkede değişimi analiz edemeden 20 yıl görevinde nasıl kalabilir acaba Hasan Bülent Beye sormak lazım. İnsanın siz bırakın Türkiye’yi, kendi hayatınızdaki değişimi analiz edebildiniz mi diye de sorası geliyor ama benim gibi sorgucular medyada pek sevilmiyor biliyorsunuz. Suyuna göre akmak, saçına göre taramak lazım. Uymak lazım. Uyumlu olmak lazım ki medya yöneticileri sizi takdis ve takdir edebilsin.

Hürriyet’te yaşanan büyük bir değişim. Bu değişim gazetenin hayata ve dünyaya bakışını nasıl değiştirecek göreceğiz. Onu biraz da Türkiye’nin değişimleri belirleyecek. Bir iletişimci gitti, bir iktisatçı geldi. Kesin olan ise üslubunun değişecek olması. Çünkü her gazete genel yayın yönetmeninin sahip olduğu sözcüklerle kendisini ifade eder. Gazetenin sözcükleri yöneticisinin sözcükleridir.

Zaman içinde göreceğiz. Şimdilerde göreceğimiz ise şu: Ertuğrul Özkök daha özgür, daha keskin, daha kafasına estiği gibi yazacak. Biz gerçek Özkök’ü şimdiden sonra okuyacağız. Kendisi de şimdiden sonra keşfedecek kendisini.

Enis Berberoğlu’na gelince… Kendisini sınırlamak zorunda kalacak. Ankara’da doğrudan hükmedenken, İstanbul’da hükümden önce bir kolaçan gereği duyacak. Özgürlüklerinden bir bir vazgeçecek. Vazgeçebildikçe büyüyecek.

İktidar piramit gibidir. Yukarı doğru çıktıkça oynayacak alan daralır, özgürlükler azalır. Yani özgürlükle iktidar arasında ters yönlü bir ilişki vardır.

Son sözüm Özkök’e. Zaman zaman kızdığım, zaman zaman sevdiğim ama her zaman göz attığım bir gazete yaptığı, ömrümün en farkında 20 yılında olduğu için sadece ve sade bir okur olarak teşekkür ederim.

SEÇENEĞİNİZ BOL OLSUN!

Bir kadına beddua edecekseniz ona “seçeneğiniz bol olsun” diyebilirsiniz. Her kadın çok seçenekli durumda seçmeye değil kördüğüm olmaya meyilli değil midir?

Kendi kendime onlarca kez söz verdim, yeni yıldaki ilk yazımda olumsuzluktan, eleştiriden eser olmayacak! Nasıl başlarsan öyle gider, saçmalığına inandığımdan değil. Herkeste geçerli olsa da bende geçmez bu batıl inanç. Yıl boyu keyifli yazılar yazmaya kalksam hastane raporumda “gerçekle bağları kopuk” yazar, yazmalı.

Keyifli bir yazının benden çıkması nadirdir. Öyle zamanlarda ateşime bakmak lazımdır.

Uzun zamandır nasıl olduğumu soranlara “Türkiye gibiyim” yanıtını veriyorum. Bir zat-ı muhterem de çıkıp “her şey yolunda yani” diyerek destek atmıyor, tam tersine herkes “vah vah, durum vahim yani” demiyor mu? “Türkiye gibi”liğim zirve yapıyor o zaman.

Yeni yılın ikinci günü küçük çapta bol seçenekliydi. Başlıktaki beddua aynen. Bin yılda bir olacak şey oldu o gün. Altı farklı televizyon kanalında, birbirine yakın saatlerde 6 izlenebilir film vardı. Üçünü izlemiştim, diğer üçü arasından birini seçmek zorundaydım;

Arnold Schwarzenegger’li “6. Gün”,
Hillary Swank’lı “Not: Seni Seviyorum
Uma Truman ve Meryl Streep’li “Hastayım Sana

Her akıllı kadın (!) gibi önce üçünü bir arada idare edebileceğimi düşündüm. Baktım birini izlerken aklım diğerinde kalıyor. Orijinal adı “Prime” olan “Hastayım Sana”yı seçtim. Niye seçtiysem? Sanırım ilk film vurdulu, kırdılı olduğundan, ikinci filmi de daha romantik bir zamanda izlemek istediğimden olabilir…

Filmde 37 yaşındaki Uma Truman kendisinden 14 yaş küçük bir delikanlıyla aşk yaşıyor. “Aşkı yaşamak”, “aşkı hissetmek” karşındakinin kim olduğundan daha önemli. Bu işin gerçek yanı.

Dünyanın en büyük aşklarının yaş farkına rağmen süreceğine inanmak ise işin gerçek dışı yanı.

26 yaşındaydım. Benden 5 yaş küçük bir delikanlı uzun zaman kıvranıp nihayetinde aşkını ilan ettiğinde ne yapacağımı şaşırsam da cesaretine hayran kalmıştım. “Ama sen daha bebeksin” demiştim kırmamaya çalışarak.

Bu olayı bir sohbette 60’lı yaşlarındaki bir adama anlattığımda söyledikleri aklımda: “Bak kızım 14’ünü geçmiş hiçbir erkeğe çocuk denmez!”

O sözü hiç unutmadım ama erkeklerin her yaşta çocuk olduğuna da hep inandım. Kafam karıştı.

YENİ YIL DİLEKLERİNE DEVAM…

Geçen yılın son yazısında yeni yılda yapacaklarım yapmayacaklarım listesi yapmıştım.. Malum her liste gibi onun da çok eksiği olmuş. Hani alışverişe çıkarken “alınacak bir şey var mı?” diye sorarsınız, kimseden ses çıkmaz sonra da telefonunuz hiç susmaz. Benimki de o hesap.

Bu yıl;
- Her yazısını okuduğumda Yılmaz Özdil’in zekasını kıskanmaktan vazgeçeceğim, böyle hayat çekilmiyor.

- Bir narkolik olarak Yılmaz Özdil’in nar dağıtılacaklar listesine adımı mutlaka ekleteceğim.

- Konuşma tarzımı Nuray Mert’e benzetmek için kursa gideceğim. Böylelikle en sıradan cümleleri dünyanın en nadir bilgileriymiş gibi sunabileceğim.

- Her 10 yemek teklifinden birini mutlaka kabul edeceğim. Her 10 yemek teklifinin hiç birini kabul etmemekten iyidir.

- Ders anlatırken daha yavaş konuşacağım.

- Aynı anda dört kişiyle dört farklı konuyu konuşmaktan vazgeçeceğim, içlerinden bazıları onları dinlemediğimi düşünüyor, ki dinliyorum.

- İstanbul’a daha sık gideceğim, havasından suyundan etkilenip hayata daha geniş (siz İngilizler large diyorsunuz) bakacağım.

- Murat Yeşilbursa (Hakan Gündüz’ün komik soyadlı, şirin partner’ı) ile tanışacağım.

- Politikacılardan uzak duracağım.

- Trenle seyahat edeceğim ama hızlı olanıyla değil. “Hızlı yaşa genç öl” sloganı bana uymaz.

AKLIMDA KALAN

Ahmet Türk’ün ev taşı(yama)masından çıkan büyük ders: Ahmet Türk Çukurambar’daki evinden Oran’a taşınmaya karar vermiş. Nedeniyle ilgili rivayetler muhtelif ama orası bizi ilgilendirmez. Taşınma özgürlüğü diye bir şey var. Oran’da tuttuğu daire ise bir arkadaşınınmış. Eşyalar yüklenmiş, yola düşülmüş, yolda ev sahibi aramış. “Bizde ne kiralık ne de satılık ev yok” deyivermiş. Bir gün önce vardı, bir gün sonra yok. Bu durumla ilgili rivayetler de muhtelif ama orası da bizi ilgilendirmez. Sonuçta kiraya vermeme özgürlüğü diye de bir şey var. Bunları geçiniz. Duruma şaşıp kalan Ahmet Türk’ün ağzından çıkanlara bakınız: “Evini bana kiralayan ve sonra vazgeçen adam arkadaşım. Kendisi Kürt ve de hemşehrim!” Gördünüz mü Ahmet Bey, bu ülkede mesele Kürt-Türk meselesi değilmiş, adamsa Kürt de adam, Türk de. Adam değilse Kürt olsa ne olur, Türk olsa ne olur? Anladınız mı şimdi?