Nuran YILDIZ

SON AYLARDA TSK’NIN BAŞINA GELEN EN İYİ ŞEY…

----- 22.02.2010 - 00:01 -----

Sözü uzatmaya gerek yok, son zamanlarda askerin başına gelen en iyi şey Genelkurmay Başkanı’nın personeline yaptığı konuşmanın ses kaydının medyaya düşmesidir.

Kim dinledi? Kim sızdırdı? Elbette iç disiplinleri gereği ortaya çıkarılmalıdır. Ama… Sonuçları itibariyle bu iki sorunun da hiçbir önemi yok…

Komutan ses kaydında diyor ki “TSK’dan bilgi sızar, maalesef sızar. Niye? Maalesef çürükler yüzünden.”

İşte bu kez bu ses kaydını sızdıran “çürük”ü ben çok sevdim. O kadar ki alnından öpesim var. Kim için çalışıyor? Kimin muhbiri? Hiçbir önemi yok. Yaptığı iş TSK lehine mükemmel sonuç!

Hem Genelkurmay Başkanı’na hem de TSK’ya öyle büyük bir iyilik yaptı ki, planlasan olmaz. Yakalanırsa tez elden ödüllendirilmesi tavsiyemdir.

Org. Başbuğ’u kim dinlediyse iyi ki dinlemiş!

Kim Internet’e verdiyse iyi ki vermiş!

Bu ses kaydındaki konuşmasıyla Org. Başbuğ’un düşünceleriyle ilgili pek çok şey öğrenmiş oldu kamuoyu.

Mesela TSK’nın hiç de öyle yelkenleri suya indirmiş bir hali yokmuş. Kontrolü sanıldığı gibi hiç kaybetmemişler meğer.

Kozmik odaya girildiğinde son kale de düştü sananlar yanılmış. Komutan “Ben izin verdim, giremezsiniz desen ne yapacaklar girebilirler mi oraya?” diyor ya, kontrolün kendilerinde olduğunu, süreci kendilerinin yönettiğini öğrenmiş oluyoruz.

Hele bir de “Nah girerlerdi” dememiş mi? “Nah” sözcüğüyle Org. Başbuğ’un üslubunu yan yana düşündükçe gülesim geliyor o ayrı. Bu “nah” çok şeyi açıklıyor. Daha da öteye gidiyor ve Komutanı insani tepkiler veren biri yapıyor.

Çok daha önemlisi çok yerinde bir ordu özeleştirisini yaptığını öğrenmek içimizi rahatlatıyor. “Çürük”lerden söz ederken de yapıyor bunu, “İzleniyorsanız bunu hissetmeniz lazım, benim adamım hisseder” diyor.

“Sızıyorsa tespit etmen lazım” diyor diğer komutanlara. “Uyuma” diyor, “uyunacak zaman değil” (Böyle demiyor ses kaydında da ben öyle anlıyorum bu kısmı). Herhangi bir laçkalığa tahammülünün olmadığını dile getiriyor. Aslında laçkalığa tahammülü olan herhangi bir ordu da yoktur yeryüzünde (Burası da yazarınızın notu).

Ve “TSK da AKP’ye teslim oldu” düşüncesini taşıyan kimilerine umut, kimilerine tokat gibi bir yanıt vermiş oluyor: “Dimdik duracağız fakat her şeyin bir zamanı var…”

Hani geçen gün TSK’nın halkla ilişkiler, iletişim danışmanı falan yok demiştim ya… Ya varsa? Varsa, son aylarda yaptığı en iyi iş bu ses kaydını sızdırmak olmuştur, belirteyim.

KISSADAN HİSSE

İngiltere’de üç yaşındaki bir çocuğun zekâ düzeyi, ABD eski Başkanı Clinton’ın zekâ düzeyiyle aynıymış. Bir de tersten bakalım. Clinton’un zekâsı üç yaşındaki çocuğunki kadarmış. ABD’nin en sevilen başkanlarından değil miydi Mr. Clinton?

Devir değişti tabii, sevilen, onaylanan lider olmak için artık zekâ gerek şart değil. Liderliğe aday olan kişinin etrafında akıllı bir iki adam olsun yeter. Mümkünse lider adayının zekâsı gündelik hayatını sürdürebilmekten öteye geçmesin, geçemesin.

Bakın ülkemin son yıllardaki siyasi mezarlıklarına. Kendini çok zeki ve hatta bulunmaz Hint kumaşı sananlarla dolu.

SİZ VAR YA SİZ…

Siz var ya siz inanılmazsınız! Son yazımda “yorgunum” dedim ya, sanki öldüm. Sanki dönülmez akşamın ufkundayım. Yalnızca “yorgunum, yazmak içimden gelmiyor, bekler misiniz beni, vefalı mısınız, terk eder misiniz?” diyecek oldum. Nasıl duygusal e-postalar yazmışsınız, sandım ki öleceğim de bir benim haberim yok!

Gelen onlarca e-postanın küçük bir kısmını koyabiliyorum buraya:

Ülker K.: “Nasıl terk ederiz Nuran Hanım, hiç bir şey anlatamayacak durumdayım konulu bir yazı ile bu kadar çok şey anlatan kaç kişi var şu sanal alemde...”
Yanıtım: Anlatan var mı bilmiyorum ama anlattığını sanan o kadar çok insan var ki sevgili okurum. Benim şansım sizin gibi bir okurumun olması işte…

Selin: “Sayın Yıldız, bence çoktan affedildiniz.... Hiç dert etmeyin gönlünüze....
Evet haklısınız sizi sevenlerin beklentisi çok... İki gündür internet gazetelerinin "flaş" başlıklarını takip etmekten yorulan bizler, sizin ne düşündüğünüzü görmeyi bekledik belki.... Ama önemli değil... Sizin ruh sağlığınızdan daha önemli değil... Gidin ve ruhunuzu dinlendirin.... Ara ara molalara ihtiyacımız olacak, sıkıntılı günler için belki de.... Dinlenin gelin, bekliyoruz... Sevgilerimle, Selin”
Yanıtım: Ben de sizin gibi “Sayın Selin” desem olmayacak, soyadınızı bilmiyorum çünkü. Şimdilik ruh sağlığım yerinde, böylesi günlerde benim, sizin, başkalarının ruh sağlığı halâ nasıl yerinde olabiliyor ona şaşıyorum tabii. Yorgunluğum ruhtan değil, gündemden. Ve hiçbir yere de gitmiyorum üstelik. Karlı havaları sevmem. Anlamadığım cümle sonlarına neden sürekli dört nokta koyduğunuz? Nihayetinde üç nokta koysanız da ben anlarım. Anlamaz mıyım? Sevgilerimle… (Bak bu üç nokta)

Cengiz: “Sormuştunuz: Balarısı Tombik'i elbette sevgiyle hatırlıyorum. Acaba o ve benzeri kahramanların etkisi midir, kunt ruhlara sahip olmamıza karşın
tarifsiz naif yapılarımız?!..
Evet, ortalığı peygamber develeri kaplamış durumda.
Hayır, bu macera burada bitmeyecek.
Hayır, okurlarınız sizi yine okur.
Hayır, hayranlarınız size yine hayran...
Evet, haydi iyi bir dinlenin. Ben buradayım. Çevreyi kollarım!...
Vefalı Karınca termit Cengiz…”
Yanıtım: Cengiz Bey, çok sevimlisiniz. Ama sizin çevreyi kollamanız pek işe yarar mı emin değilim, hasar çevreden değil hep içerden geliyor fark etmiyor musunuz? Vefanızdan ise hiç kuşkum yok, teşekkür ederim.

Selma A.: “Bugünkü yazınızda dediğiniz gibi ‘sözcükleri sihirli tasta yıkayan’ birini yani sizi hiç bir koşulda bırakmam. Saygılarımla.”
Yanıtım: Yazdığınız bu cümle ne büyük bir konfor sunuyor bana tahmin edemezsiniz. İyi ki sizin gibi biri benim okurum. Bir de diyorlar ki neden bu kadar şımarıksın? Sizin yüzünüzden:)

Tezcan: “Seni sevmeye devam edeceğim hocam… Belki nerden geliyor bu sevgi diyeceksiniz ama ben de diyeceğim ki sizi geç buldum erken kaybetme riskini taşımadan seveceğim takip edeceğim; çünkü ben sizin yorgun halinizi gerçekte hiç görmesem de sevdiğim insanların yorgun halini gördüğüm müşahade ettiğim için, siz o yanağınızdaki elinizle çekilmiş resimden daha sevimli geldiniz hayalime, daha bir sevgiyi hak eder sadece kendi için yorulmayan, bilgisini zerafetiyle, duruşuyla, güzelliğiyle ve en önemlisi sevilmeyi hak etmesiyle birleştiren cuma yazılarının güzel sahibi. Her ne kadar cuma yazısı yazmasanız da verdiğiniz başlıklardan acaba ne yazacaktı diye düşündürmeniz yarı cuma yazısı yerine geçti herhalde:))”
Yanıtım: Sanırım uzun cümle kurma yarışmasında birinciliği kimseye kaptırmayacaksın. Bu kadar uzun cümlede bu kadar güzel sözcüğü yan yana koyabilmek özel yetenek olsa gerek. Ne zaman bu kadar güzel söz duysam hocalığımı sorgulamak zorunda kalırım, çünkü iyi hocanın her zaman sevilen hoca anlamına gelmemesi gerektiğine inanırım.

Dilara: “Sizi okumaktan kim alıkoyar ki beni, her gün göz atıyorum yazılarınıza... Ben de, çevremdeki insanlar da, aynı sizin söylediğiniz gibi, Türkiye gibiyiz... Yorgunuz, bıkkınız, canımız bir şey yapmak istemiyor... Sadece yaşıyoruz. Cenap Şehabettin’in sözü idi, yanılmıyorsam ‘ümit insanın içinde hiç susmayan geveze bir kuştur’ diye. Yine de kuşun susmamasını diliyorum benim ve insanlarımızın yüreğinde. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın söylediği gibi, güzel ve yalnız ülkem!!! Herkesin bir tarafından çekiştirdiği, parçaladığı, yapılmayan, konuşulmayan, hiç bir şeyin kalmadığı, bir ülke... Bu hoyratlığa rağmen direnen bir ülke. Kendini, üstün olmadığı halde bir şey sanıp ortalıkta dolaşan müptezel insanlar. Allah korusun ülkemi bu insanlardan... Sevgiler sevgili Nuran Yıldız.”
Yanıtım: Bugünkü “Aklımda Kalan”ı dikkatle okumanızı istiyorum Sevgili Dilara.

Kaan: “Valla ben terk etmeyeceğim, diğer okurlarınızı bilemem. Ithaca'nın soğuk ve karlı günlerinde içim yazılarınızı okumadan ısınmıyor. Üşütürsem bir geçmiş olsun da sizden beklerim. Haberiniz olsun! :) Bu arada ben Türkiye'deki olayları uzaktan takip ederken içinde olduğunuz ruh halini paylaşıyorum, size Allah kolaylık versin. Sevgiler.”
Yanıtım: Sevgili Kaan, taa Amerika’larda halâ vazgeçmedin mi beni okumaktan? Yazılarımla içini ısıttığımı yazman iyi oldu. Bundan sonra daha sıcak şeyler yazmaya dikkat edeceğim. Hastalanmanı istemem çünkü.

Doğan K.: “Okuyucularının sizi bırakacağını sanmıyorum. Çünkü internette gezerken rast gelindiği için okunan bir yazar değilsiniz. Yani sizin okuyucunuz sizin aboneleriniz. Onların sizi bırakacağını sanmıyorum. Ama; okuyucunuza biraz nazlanmak değilse sanki sizin gidecekmişsiniz gibi bir haliniz var.
Habertürk’ten ayrılacağınızı size ilk ben haber vermiştim (Veya bana öyle geliyor.) Okuyucularınızla paylaşamayacağınız bir şeyler mi dönüyor? Çok üzülürüz. Şaka ise hiç hoş değildi. Saygı ve sevgilerimiz ve de şans dileklerimiz hep size.”
Yanıtım: Nasıl yani Doğan Bey? Habertürk’ten ayrılacağımı nasıl bildiniz ki? Bir anımsatsanız… Hem buradan gidemem ki, arsa olsa kat karşılığı verme olasılığım olurdu. Burası bana ait bir web sitesi ve üstelik görünmeyen serveti (yani sizler) devredilecek türden değil… Gidersem haberiniz olur, hep beraber yani tüm okurlar hep beraber gideriz nereye gideceksek…

Remzi A.: “Her günkü gibi sizin yazınızı okuma saatlerimdeyim. Yorgunluğunuzu ve bunun getirdiği isteksizliğinizi hem anlıyor hem de demek ki bir ben değilmişim diyerek yalnızlığımı paylaşıyordum. Yazının sonunda ortaya kocaman bir soru çıkarak sayfadan fırlayıp yüzümüze sıçradı:
1-Beni okumaya ve yazılarımı sevmeye devam edebilecek misiniz?
2-Vefalı mısınız yani?
3-Yorgun olduğum için beni terk etmeyecek misiniz şimdi?
Duraksadım bir an. Şaka gibiydi. Zor bir test, zor bir yoklama galiba... Bu soru o kadar ağır geldi ki anlatamam. Belki de fazla sahiplenmekten kaynaklanan
bir alınganlık neticesidir.
1-Sevmek mi ? Midesinin aksine gözüyle kulağıyla beynini doyuranlar ışığın kokusunu özlemezler mi?
2-Vefa mı? Onur insana vefasızlık yaptırır mı?
3-Terk etmek mi ? Televole çağının veled-i zinalarının bir özelliği olsa gerek.
SEV-Gİ-LER-LE...”
Yanıtım: Remzi Bey, sizin gibi bir okur acayip bir sorumluluk yüklüyor bana. “Sizin yazınızı okuma saatlerimdeyim” ve “ışığın kokusu” o kadar hoşuma gitti ki, gülümsedim. Mutlu oldum. Teşekkür ederim.

Cihanşah M.: “Sevgili Nuran Yıldız, Yazınızı okuyunca, ilk aklıma gelen Nazım'ın dizeleri oldu... Ama sizin yazınız da çok güzel... Elinize, yüreğinize sağlık...
.............
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın... Nazım Hikmet
Sevgiler,”
Yanıtım: Cihanşah Bey, adınız ve buraya yazamadığım soyadınız sanki Osmanlı Hanedanındanmışsınız hissi veriyor, geriliyorum. Ne görkemli bir ad-soyadınız var, insan gayri ihtiyari önünüzde ceketini düğmeleyebilir. Yine de size Nazım Hikmet’i anımsatabilmenin keyfi bana yeter.

H.: “Biz seni bekliyor olacağız, bunu bil yeter:-) H.”
Yanıtım: Biliyorum.

AKLIMDA KALAN

Dövüş Kulübü’nden bir söz: David Fincher’in “Dövüş Kulübü” filmini ikinci kez izledim. Arkadaşım daha önce izleyip etkileyici bulduğumuz bir filmi yeniden izlemeyi önerdi çünkü. Bu kez filmi tartışarak izleyecektik. “Dövüş Kulübü”nü o seçti. Bana kalsa tercihim “The Crying Game” olacaktı. “Dövüş Kulübü”nün sistem eleştirisi bana fazlasıyla yüzeysel gelir. Yine de filmde beni mıhlayan bir cümle vardır. Baş karakter (Edward Norton) kendi ötekisine (Brad Pitt) der ki: “Ümidin kaybolması özgürlük demektir…” Bu filmi pek sevmesem de, defalarca izleyebilirim aklımda kalan bu cümle için.