Nuran YILDIZ

BİR ASKER FOTOĞRAFI…

----- 07.04.2010 - 00:01 -----

Asker fotoğrafları biliriz. Elinde tüfekle poz verir delikanlılar. Öyle bir pozdur ki sanırsınız az önce düşmanı dize getirmiştir. Oysa tüfek boş, kendisi izinlidir.

Bereleri vardır, asker traşlı başlarında. Hafif yana kaymış.

Ana koklayarak avucunda tutar. Baba cebinde taşır gururla. Sevgili koynunda özlemle…

Başlıkta söz ettiğim fotoğraf o fotoğraf değil. Bir gazetenin ön yüzünde, üst köşesinde gördüğüm fotoğraf.

Bakıyorum, bakıyorum.

Emekli Albay Kubilay Aktaş. Sivil. Gömleğinin üzerine mavi bir yelek giymiş.

Ne bir zafer ne de bir utanç anı fotoğrafı. Öyleyse gazetede ne işi var?

Burası Türkiye, işte o yüzden o fotoğraf gazetede.

Poz vermemiş, yürüyor Albay Aktaş. Arkadan yakalamış fotoğrafçı. Yanında uzun saçlı bir kadın var, yüzü görünmüyor.

Başları dik, mağrurluğu görünüyor.

Albayın elinde valiz. Teslim olmaya gelmiş.

Kaçmamış. Kovalanmamış.

“Buradayım” diyor, meydan okur bir hali var. O gizliden meydan okuyucu halini seviyorum.

Başı dik. Seviyorum o duruşu. Dünyaları yaksan eğilmeyecek gibi.

Bakıyorum bakıyorum, suçlu gibi durmuyor. Bu nasıl iş?

Alabildiğine sakin. Bakışları uzağa kilitli “farkındayım” diyor gibi.

Ezik değil.

Gururu, uzansanız dokunacak kadar somut.

Balyoz’dan yakalanmıştı, bırakıldı. Bırakılmıştı, yeniden yakalama kararı çıkarıldı. Kendi gidiyor teslim olmaya.

Böylesi bir bizde var, gerisin geriye geliyorlar tutuklanmaya.

Bakıyorum bakıyorum, suçlu duruşu yok.

Suçlu duruşu yok da, kendisini ülkesine adamış bir yüreğin gururlu gidişi var, sitemleri ceplerine, vedaları valizine katlayıp koymuş…

ANLA(T)MA SORUNU

Odatv.com’a bir yazı yazdım geçen hafta. Biliyorsunuz düzensiz aralıklarla da olsa, fırsat buldukça orada da yazıyorum. Odatv.com yönetimini ve okurlarını çok önemsiyorum.

Odatv okurlarının entellektüel kapasiteleri de, olup bitenlere gösterdikleri tepki de gelecekle ilgili iyimserliğimin güvencesi gibi.

Dedim ya geçen hafta bir yazı yazdım orada. Özetleyeyim. Son zamanlarda çekilen Mustafa Kemal filmlerinin bizleri O’na yabancılaştırma işlevini anlattım.

Dedim ki, bu tür işler (sinema, televizyon vs.) gerçekle birey arasındaki mesafeyi açıyor. Gerçeği kırıp, büküp deforme ediyor.

Öyle ağdalı bir dil kullanmadım. Yan yollara sapmadım. Üstü örtülü ifadelere yer vermedim. Söylediğim basit bir medya bilgisiydi.

İyi bir Mustafa Kemal filminin çekilemeyecek olmasının filmlerden bağımsız, bireyin kafasındaki bir meseleyle ilgili olduğunu yazdım.

Anlaşılmayacak bir şey var mı? Yok.

Hatta yazının son cümlesini de “Anlatabiliyor muyum?” diye bitirdim.

Kaygımda haklı çıktım. Yazıya gelen okur yorumları arasında, Mustafa Kemal filmi çekilmesini istemediğim anlamını çıkaran olmuş.

Mustafa Kemal’i hiç konuşmayalım dediğimi sanan olmuş.

Başarısızlığı aktörlere bağlayan, film sürelerinin kısalığıyla ilişkilendiren olmuş.

Olabilir. Bir çok okurun da doğru anlamış olmasına, yazıya hak vermesine de sevindim. Üzüntüm sayıları az da olsa anlatmak istediğimi anlamamış okur için.

AKLIMDA KALAN

Boş kağıda imza attıran demokrasiler: Ülkeyi yerinden oynatan, derinden sarsan bir Anayasa değişiklik paketi, önceden imzalanmış kağıtlarla sunuluyor TBMM’ye. İmza önceden atılınca, TBMM Başkanı da imzalamış görünüyor haliyle. Skandal anlaşılıyor, imzalar geri çekiliyor. Yanlış düzeltilip yeniden sunuluyor. Durumun ciddiyeti sorgulamaya müsait. Liderlerin vekillerden boş kağıda imza attırılarak iradelerine ipotek koyma işlemi Özal’ın ülkem siyasetine hediyesidir. Hani şu yere göğe sığdırılamayan Özal’ın siyasi deformasyon sürecini hızlandıran mirası. Konu size uzak gibi mi geliyor? “Bize ne vekiller düşündün” diyecek mi oluyorsunuz? Öyleyse şöyle anlatayım. Diyelim ki evleniyorsunuz ve eşiniz sizden sizi istediği zaman boşayabileceğine dair bir kağıt imzalamanızı istiyor. Yapar mısınız?