Nuran YILDIZ

İTİRAF: BEN DE HİÇ SEVMEMİŞTİM!

----- 12.04.2010 - 00:01 -----

Dönem itiraf dönemi. Sanıyorlar ki itiraf ettikçe iç huzura ulaşacaklar. Ne mümkün! İtiraf yalnızca itiraflar sürecini başlatmaya yarıyor.

Yaşar Kemal “İnce Memed”i hiç sevmediğini itiraf etmiş. Müstear adla yayınlanması gerektiğini düşünürmüş. Çok beğenmediği için mi, kendi eserinin kendi adını geçmesi nedeniyle hastalıklı bir kıskançlık durumundan mı orası net değil.

Sonuçta Yaşar Kemal, “İnce Memed’i hiç sevmedim” dedi ya o bana yeter. Bir “ohh” çektim, bir içim rahatladı ki sormayın. “İnce Memed”i ben de hiç sevmemiştim! Hem de hiç!

Belki daha 15 yaşımda, başımda kavak yelleri eserken kocaman, kalın bir kitabı önümde bulduğumdan. Yok “oku” diye dayattıkları için değil, boyumdan büyük işlere kalkışmayı sevdiğimden.

Belki o çocukluğumun son yaşlarında bir güneşi bile iki, üç sayfada, betimleme sanatının zirvesine çıkarak batırdığı için Yaşar Kemal’e kızdığımdan. O yaşta sanat kaygısıyla sabır yerine, yürek çarpışıyla telaş daha yakın duruyor insana.

Belki de, ki büyük olasılık, kitabın kalınlığına yenilip bıraktığımda İsmail Gülgeç’in çizgilerinde İnce Memed’le göz göze geldiğimden.

O zamanlar “Milliyet Çocuk” vardı. Aboneydik. Postacı getirirdi. İlk dokunan olmak için sokağın başına kadar koşardık kardeşlerimle. Postacının kapıya gelmesini bekleyemezdik. Hiçbir dergi “Milliyet Çocuk” kadar özlemle ve merakla beklenmemiştir eminim.

İşte o dergide, çocuk klasiklerinin çizgi romanları vardı. Jules Verne ile, Alexander Dumas ile öylece tanışmıştık.

İnce Memed’i İsmail Gülgeç çizmişti yanlış anımsamıyorsam. Elinde tüfekle titrek duruşu bugün gibi gözümün önündedir İnce Memed’in. Değirmenoluk Köyü’nde, Abdi Ağa’nın delirmiş gözleri önünde sümsük duruşuna kızardım. Sevdiği kız Hatçe’yi koruyamayışı zavallılığını perçinlerdi kafamda.

Ne isyanı, içimizdeki isyanı dürtecek türden hayranlık uyandıracak cinstendi ne de Hatçe’ye aşkı, aşka öykündürecek cinsten. İsmail Gülgeç de sevmemiş olmalı ki, kalemi Memed’i çizerken daha bir zavallıya, daha bir hımbıla kayıyordu.

Fakir Baykurt’un “altın dişli” ağasının ağzında biriktirdiği paslı tükürükle, bilmem kaçıncı kumalığa aldığı köyün çocuk kızını öpüşünü daha iğrenç ve daha gerçek buluyordum.

İnce Memed’den hızla uzaklaşıp, “Tırpan”ı bir solukta bitirmiştim.

İnce Memed’i hiç sevmemiştim. İtiraf ettim ya, rahatladım. Şimdi sırada hangi itirafım var acaba?

TELEVİZYON PROGRAMI YAPMAK MI, YAPMAMAK MI?

Bu nasıl iş? Ben kaçtıkça onlar geliyor. Televizyonda program yapmam şartmış gibi. Talep yığılması, benim müthiş bir televizyon performansı sergilediğimden değil, ekranlarda omurgalı/kemikli insan pek kalmadığından olsa gerek.

Tekliflerden biri henüz proje aşamasındaydı. Reha Muhtar, ben ve başka iki isim daha olacaktı.

Reha Muhtar ve ben! Hiçbir ortak yanımız yok aynı okulu bitirmişliğimiz dışında. Yayıncılıkta ortak yan arayan da yok zaten. Reha Muhtar’ın medyada bunca zaman ayakta kalmışlığına sonsuz saygım var ama yan yana duramayız biz.

Başka bir kanalın yöneticisi şöyle demişti: “Gelin sizin ve Ergun Babahan’ın olduğu bir program yapalım.”

Verdiğim yanıtı aynen yazıyorum: “Ben ve Ergun Babahan aynı stüdyoda! Stüdyo kapısında kesinlikle bir ambulans olsun. Çünkü ya ben onu hastanelik ederim, ya da o beni hastanelik eder, yok bu iki durum da olmadı, kesin ben kendimi hastanelik ederim!”

Sonuncu teklif geçen haftaydı: “Mutlaka bizim kanalda program yapmalısınız. Sizinle Mehmet Altan’ı bir programda buluşturalım, ne dersiniz?”

Ne diyeceğim, midem kaldırmadı, kelimesi kelimesine şöyle dedim: “O adamla havaalanında karşılaşınca, aynı uçakta mıyız diye kontrol ediyorum. Aynı uçaktaysak bir sonraki uçağa binebilmek için görevlilere yalvarmadığım kalıyor. Aynı ortamda soluk bile almam ben onunla mümkün olduğunca!”

Bu hayat benim değil mi? Kazanacağım paraların üzerini çizerim, saygı duymadığım (Reha Muhtar’ı kastetmiyorum) kimseyle de birlikte anılmak istemem.

Hem bazıları gibi arkalarından küfredip yüzlerine öpücük yağdıracak kadar onursuz olma maharetine de sahip değilim.

Sağ olsunlar teklif sahipleri ikna etmek için diyorlar ki “Böyle giderse unutulursunuz.” İyi de unutulmak, şöhret olmak için yaşayanların kabusudur. Kendisini her zaman bir öğretim üyesi olarak konumlamış birinin unutulmak hiç umurunda değildir.

EN KÖTÜ ASKER…

Bir orduya en büyük zararı emekli olduktan sonra çenesini tutamayan asker verir. Veriyor.

Çetin Doğan ile Hilmi Özkök arasındaki çirkinleşen ve medya üzerinden ilerleyen tartışma da öyle. Zarar verici. Gönlüm Çetin Doğan’dan yana olsa da emekli bir komutanın konuşması hem kendinden sonraki komutanlara hem de bir bütün olarak orduya zarar veriyor.

Mevcut komutanların hareket ve söylem alanlarını da daraltıyor, ellerini kollarını bağlıyor. Yazık.

AKLIMDA KALAN

Bir gazete başlığıyla içine düştüğümüz ruh durumu: Gazetedeki başlık: “Shakespeare’in evinde belge arıyorlar!” Nasıl yani, o da mı Ergenekoncu? Ergenekon’un İngiltere ayağı mı? Bu örgütün geçmişi 16.yüzyıla kadar mı gidiyormuş? Vay canına! Yoksa Ergenekon senaristleri nerede duracağını bilemiyor noktasında mı artık? Vs. vs. Bir yığın soruyla, bir telaş habere dalıyorum. Meğer arkeolojik bir kazı yapılıyormuş ve o kazıda Shakespeare’in hayatına ait belge bulabilirlermiş. Millet neyle, biz neyle uğraşıyoruz…