Nuran YILDIZ

SUÇLUYORUM!

----- 09.07.2010 - 00:01 -----

Emile Zola’nın “Dreyfus Davası”ndaki suçlamadan farklı benimki. Omurgasız, kemiksiz oldukları için.

Kendilerine “aydın” diyenlerin bir kısmını. “Gazeteci” diyenlerin de öyle…

Onları, tarih önünde verecekleri hesabın ötesinde, masumiyetleri katledenlerin bıçaklarındaki kanı temizledikleri için…

Sırtlarını idam sehpası yaptıkları için suçluyorum onları, cellatları değil."

Büyük manşetlerden yeni bir imha silahı icat etmiş olan Taraf Gazetesini değil, onun kadın memesine vatanı değişen genel yayın yönetmenini de değil…

Kirli bir ticaretin değişim aracı olmak dışında varlığı açıklanamayan bir gazeteyi suçlamak komik olur. Gazetenin kendisi suçun kendisi çünkü. Neden ortaya çıktığı, nasıl finanse edildiği belli. Onu savcıların suçlaması gerekir.

“Çağdaş dünyada”, suç aleti bir gazetenin Basın Mahkemelerince üç gün yayın yapması bile mümkün değilken…

Ne Taraf’ı, ne de baskın bir baba figürü altında yitirilmiş bir kimliği kiralık kimliklerle ikame eden yöneticisini suçlarım ben…

Yitirilmiş ve bulunması olanaksız kimliğin peşinde bir adam, kendi cezasını bulmuş demektir. Değil midir?

Ötekileri suçluyorum ben. Ötekileri.

Elimle işaret ettiğim sen! Kafanı yere eğme, gizlenemezsin cüssen öyle büyük.

Piyasaya sürülmüş sipariş haberleri, düzmece raporları, uyduruk yorumları gerçek kabul edip üzerine atlayanları suçluyorum!

Kendi kafasını kullanmayıp, aklını kanalizasyona yollayıp gazetecilik, yorumculuk, “aydın”cılık oynayanları…

Kendi atına binenleri değil, başkasının atına binenleri…

Başkasının kabına kaşık sallayanları suçluyorum!

İktidar partisinin ideologluğuna soyunup, köşelerinde “demokrasi projesi” tiradı atarken dün, şimdi “yanılmışım” diyerek kuyruğunu altına gizleyenleri…

Bırakalım etik meselesini, çocuklarının gözlerine utanmadan bakabilenleri suçluyorum!

Televizyonlarda her gün ve her gece belirli bir merkezden üretilip, Taraf üzerinden piyasaya sürülmüş tezgâhlarda laf üreterek masumların yaşamlarını karartanları…

Gazete köşelerinde “Taraf’ta yer alan…” diye başlayan “orada piş, bize de düş” diyerek avuçlarını ovuşturanları!

Suçluyorum!

Laik olduğu için, Mustafa Kemal’i sevdiği için, çağdaş Türkiye dediği için karanlık kuyulara atılan yüzlerce masum insanı ve onların çocuklarını ve onların yakınlarını düşünmeksizin kapkara kalemleriyle, kapkara alınları ve sözcükleriyle…

Ve halâ arsızca, utanmasızca “gazeteci” olanları, “aydın” gibi duranları suçluyorum!

Onların vicdanı olmadığı için bizim vicdanlarımızdaki hapishanelere yollanmaları için suçluyorum hepsini tek tek!

İKİ DÜŞÜNDÜRÜCÜ RESİM

İkisi de zihnimde öylece duruyor.

İlk resimde kadının biri, elleri kelepçeli, polislerin arasında. Yüzünü göstermemek için başını bacaklarının arasına sokmuş. Çığlık atıyor: “Annem görmesin! Annem görmesin!”

Uyuşturucu kaçakçılığından yakalanmış. Üç de çocuğu var yanında.

“Annem görmesin!” çığlığı fırlıyor resimden.

Acaba diyorum, acaba bu panik neden? Utanma duygusu mu bu? Korku mu yoksa mahcubiyet mi? Hangisi?

İkinci resimde bir sevinç yumağı duruyor. Bir anne. Bir baba. Dört yaşında bir çocuk. Öyle bir sevinç ki, dokunmak için elini ekrana uzatmak istiyorsun.

Kaybetmenin ve bulmanın sevinci. Çocuk oyun parkında oynarken kaybolmuş. Anne çıldırmış. Baba sanki binlerce kez ölmüş gibi bitkin.

Son yıllarda ülkemde, kaybolan çocuklar gelmiyorlar ya. Hep çocuklarını yitiren anne ve babaların ülkesi olduk ya…

Tam 12 saat olmuş, çocuklarını koklamayalı. Belli ki, umutları işkencelere bulanmış. Aramaya çıkan jandarmalara bakıyorlar çaresizlikle..

Sonra bir mucize!

Minik İlker jandarmanın kollarında getiriliyor. Sağlam, sağlıklı bir tek karnı aç.

Annesi içine sokacak kadar sarılıyor bebeğine. Baba jandarmaların yüzlerini öpüyor. Minnet sözcüksüz bir duygu işte. Bir jandarmaları öpüyor, bir de İlker’ciğin minik ellerini baba.

Bir kavuşma. Bir sevinç. Ne çok özlemişiz…

KEÇİBOYNUZU AĞACI KOKUYORSA…

Bir herbalist değilim. Hangi çiçek, hangi ağaç kokar bilmem. Burnuma kokusu geliyorsa iyi, gelmiyorsa fark etmem…

Ama keçiboynuzu ağacının kokmadığını bilirim! Nedeni basit. Evimizin yakınlarında var. Hem de iki tane.

Birbirine geçmiş dalları yüzünden çıkmak ne mümkün. Ancak o bize alt dallarından ne kadar uzatırsa o kadarını toplayabiliriz keçiboynuzunun.

Arkadaşımın biri. Adını yazmayacağım, fazlasıyla meşhur çünkü. Anlatıyor. Atlamış motosikletine varmış bir keçiboynuzu ağacının altına. Ağaca çıkmış!
“Allah Allah” dedim dinlerken, “Demek ki bizim oraların ağacı başka cins. Bu arkadaşın oralarda keçiboynuzu ağacına çıkılabiliyormuş…” İnandım yani.

Derken sevgili dostum başlamasın mı keçiboynuzu ağacının nasıl güzel koktuğunu anlatmaya… Ağzım iyice açıldı şaşkınlıktan bu kez ve yan arabadan duyulacak kadar fırladı ağzımdan sözcükler: “Hadi canım!”

Hadi o dalları birbirine geçmiş ağaca tırmandın sevgili arkadaşım atletiksin ya, oldu diyelim. İyi de keçiboynuzu ağacının burnuna kokmasına ne demeli? İnsan sormak istiyor: “Bayram değil, seyran değil. Aşık mısın nesin?”

AKLIMDA KALAN

“Beni affet aşkım…” cümlesi: Bir genç kız. Yirmibirinde daha. Yaşamın en anlamsız, en kırılgan ve en çok biçim değiştiren çağında. Telefonda tartıştığı sevgilisine “Beni hiç affetmeyeceksin biliyorum. Beni affet aşkım…” cümlesini yazıp, ucunu parmaklıklara bağladığı ipi boynuna dolayıp balkondan aşağıya atlıyor. Sevgiliyle bir tartışma, bir isyan, bir umutsuzluk anında hayatın içinden kayıp gidiyor. Oysa… Biraz dağıtsa düşüncelerini. Biraz başka bir şeye döndürse dikkatini. Bir kedi geçse sokaktan ve onun arkasından baksa birkaç dakika. Ya da balkonunun altında duran ve büyük olasılık ilk kez ölüme atladığında fark ettiği ağaçta yaprakların dallara nasıl tutunduğuna baksa… Ya da yaşam onun kulağına “Sabret, sık dişini geçer” dese… “Daha nice sevgililer ve nice büyük aşklar yaşayacak şimdi acıdan inleyen gönlün” dese… Yaşamın ona hazırladığı yüzlerce sürprizi anımsatacak bir şarkı duysa… Yaşayacaktı ve ağlamayacaktı ardından sevdikleri.. Ölecek kadar acı çekmek mi bu, ölecek kadar genç olmak mı? Ölecek kadar yalnız olmak mı yoksa?