Nuran YILDIZ

BAŞBAKAN KONUŞURKEN…

----- 27.09.2010 - 00:01 -----

Cumartesi sabah. Başbakan medyamızın artık ekranlarda görmekten sıkıldığımız yüzlerinin çoğunu toplayıp konuşuyor. Medyaya ayar verme (kulak çekme mi yoksa?) toplantılarının bilmem kaçıncı girişimine tanık ediliyoruz…

Konuşmayı bir iki kanal dışında tüm kanallar canlı yayınlıyor. Kaçacağımız yer pek yok. Bir ara Fox’a geçip çizgi film izlesem mi, düşünüyorum. Gündemden kopmamak lazım diyerek kendimi Tom ve Jerry’den vazgeçiriyorum.

Soru-yanıt bölümüne tanık olmamız uygun bulunmamış olsa gerek, yayınlar o bölüme gelince kesiliyor. Malum soru-yanıtta promter yok, ola ki Başbakanı kontrol yitimine uğratıcı bir soru gelir (ki mevcut durumda olanaksız olsa da) korkusundan olsa gerek, izleyiciye salonun kapıları kapatılıyor.

Cumartesi sabah. Dolmabahçe’de, sultanlara yakışır bir mekanda yapılıyor medyaya ayar verme işi. Her zaman olduğu gibi her şey son derece profesyonelce.

Arka fon hariç. Başbakandan sıkılmaya başladığım an, (ki yine aynı şeyleri söylemeye başladığını fark ettiğim konuşmanın başlarıydı sıkılmaya başlamam da) arka fona yöneldi dikkatim. Bir İstanbul silüeti. Birkaç kayık görünüyordu.

Bir konuşma için seçilebilecek en berbat fon. Resimdeki çizgiler Başbakanın yüzüne değip arkasından geçiyor.

“Ben bu resmin önünde konuşmazdım” dedim kendi kendime. Can sıkıntısı o boyutta yani, Başbakanla empati kurma boyutu!

“Kravatı da felaket” dedim. Bir kendi kendime konuşma haline yakalandım ki sormayın.

Yine promter’a, yani camlara bakarak konuşuyor. “Hiç değilse zaten enseye tokat olduğu medya mensuplarıyla konuşurken promter kullanmasaydı, daha samimi olabilseydi” düşüncesi geçip gitti içimden.

Kendi sesi dönüp yine kendisine gelecek kadar boşluk var kalabalıkta zaten.

Başbakan aynı şeyleri söylemeye devam ediyor ya… Toplantıdaki arkadaşlarımdan birini o sıkıcı ortamda meşgul etmek istiyorum, “Nasıl gidiyor?” sorusunu cebine yolluyorum.

Aldığım yanıt “Normal, bildiğin gibi…” Evet, kesinlikle bildiğim gibi! Yeni olan hiçbir şey yok! Arkadaşımın yanıtından da belli ki sıkıntı hali içeriyi de basmış yoksa daha keyifli bir yanıt verirdi mutlaka.

Toplantı mekanına göz atmaya devam ediyorum kameralar izin verdikçe.

“İyi, iyi” diyorum, “ikinci bir sıra oluşmamış, herkes bir büyük masaya sığmış.” Masa büyüdükçe aradaki mesafe de büyüyor ya hoşuma gidiyor. Mesafe iyidir çünkü.

Masanın o tarafıyla bu tarafı arasındaki boşlukta ne çok şey yapılabileceğine gidiyor aklım ve boşa harcanan mekanda yapılacakları listeliyorum büyük bir ciddiyetle. O sırada Başbakan konuşuyor.

Birdir oynayabilirdi çocuklar. Kaykay da mümkün. Çocuk sesleri uçardı her yerde. Canlanırdı taş duvarlar. Güreş tutabilirdi isteyen. Halı yıkanabilirdi, uzun bir sıra halinde halay çekilebilirdi ve daha bir çok şey.

Cumartesi sabah seçilmişti toplantı için. Pazar günü Başbakanın bilmem kaçıncı kez dökülen incileri rahat rahat yer bulsun medyada diye. Sanki hafta içi olsa durum fark edecekmiş gibi…

Çoğu medya temsilcisinin akşamdan kalmalığı yüz ifadelerinde duruyordu.
Birkaçının “Benim burada ne işim var” ifadesi de. Bazısının ruh halini belli etmemek için kasılmıştı yüz kasları, adeta sfenkse benziyordu.

Hiç hoşlanmadığı halde yapmacık bir “pek muhterem efendimiz” ifadesi yapıştırmış olan da vardı. İsim vermeyeceğim.

Kravata gerek duymayanlar da vardı. Takmayanlardan ikisini tanıdım, birini tam çıkaramadım, kamera kayıp gitti. Başbakanı takmadıkları için mi kravat da takmamışlardı bilmiyorum. Tatil günü yapılan toplantıya bir tavır mıydı yoksa?

Başbakan konuşmaya devam ederken, düzgün bir beyaz gömleğin bir adama ne kadar çok yakıştığını bir kez daha fark ediyorum, sıkıntıdan. Yanlış anlaşılmasın kastettiğim Başbakan değil, onun gömleği maviydi.

Aynı ses tonu ve aynı cümlelerle konuşan birini dinlerken insan her şeye kafayı yorabiliyor.

Kapatıp gidemiyorsun da gündemden kopmamak için. İşte öyle bir sıkışmışlık duygusu bu.

Ama… Yine de…

Başbakan “Medya özeleştiri yapmalı” derken… “Muhalefet kutuplaşmaya neden olmuştur, özeleştiri yapmalıdır” derken özeleştiri sırasının hiç kendisine gelmeyişi… “Biz hata yapabiliriz” diyerek hep hatanın uzağından geçişi sıkıntımı gülümsemeye çeviriyor bu sınır tanımayan demagoji.

“Daha hassas olmalısınız” diyor medyaya, hassasiyetin sınırlarını da kendisi belirliyor ya.

Bir tek başlarını okşamıyor gazeteci arkadaşların. Kimbilir bizim olmadığımız bölümde yapmıştır bunu da. Başları okşananlar ne yapsın peki?

DOLANDIRICI “ENTEL AHMET”

Önümde Akşam gazetesinden bir haber. “Entel Ahmet” lakaplı dolandırıcı yakalanmış.

Özellikle doktorların ve hastane personelinin çantalarını çalmasıyla bilinirmiş. “Entel”liği de oradan olsa gerek.

Olayın adli vaka kısmı değil, bir dolandırıcının “entel” lakabı ilgimi çekti. Son yıllarda medyamızda “entelektüel” olarak sunulan insanların sığlığı mı entelektüel dünyayı dolandırıcılar düzeyine indirdi yoksa dolandırıcılar mı düzeylerini yükseltti? Bilemedim.

AKLIMDA KALAN

ABD Dışişleri Bakanı Clinton’ın makyaj tazelemesi: Ben kadınların ortalık yerde makyaj tazelemesinden hoşlanan biri değilim. İki nedenle hoşlanmam; Birincisi yanında bulunanlara saygısızlıktır, ikincisi de kendine güvensizlik göstergesidir benim için. Geçenlerde yazmıştım, bir kafede arkadaşımın 14 yaşındaki kızı ruj sürmeye kalkmıştı da benden fırçayı yemişti. Bayan Clinton da BM toplantısında, Cumhurbaşkanı Gül’ün yanında makyajını tazelerken fotoğraflanmış. Bu lakayt durum, yandaş ve yalaka medyada “samimiyet” olarak sunuldu. “Neden” diyorum, “neden ben de embesil sınırlarında bu kadar iyimser olamıyorum?” Clinton’un bu gayriciddi tavrını neden samimiyet olarak değil de saygısızlık ve umursamazlık olarak algılıyorum? Neden ben bu kadar kötü niyetli biri oldum? Neden?