Nuran YILDIZ

BİR ÇOCUĞUN OYUNCAĞI

----- 01.10.2010 - 10:45 -----

Şimdi… “Oyuncak bolluğu çağı”nda yaşayanlar bilemezler…

Oyuncak kıtlığıyla ekmek kıtlığı aynı zamanlara denk düşer…

Ekmek kıtlığına şiddet yoluyla çözümler ararken büyükler…Çocuklar… Oyuncak kıtlığına hayal gücüyle bulurlardı çözümü… Doğada ne varsa oyuncağa dönüşebilirdi onlar için.

Bir tahta sopayı bacaklarının arasına alıp koşarken oğlanlar dünyanın en güzel doru atına binmiş de olurlardı.

Bir tahta kılıcı ellerinde tutan çocuğun yüzünde dünyanın tüm zaferlerini okurdunuz…

Kızların iki sopa, bir bez parçasıyla yaptıkları bebeğin altın sarısı saçları uzardı beşikte sallanırken.

Hiç oyuncak yoksa…

Saklambaç oynarlardı. Sonunda herkesin herkesi bulduğu. Kaybolmazdı kimse…

Bir çocuk…

Yaşıtları aylaklık peşindeyken bir haritaya bakıp ülkesinin güzel günlerini görmeyi planlardı.

Düşman kapıdayken görev bölümü yapardı arkadaşları arasında…

Eğilmezdi, birdirbir oynarken diğer çocuklar… Kimse önünde eğilmeyi kendisine yakıştıramazdı.

Oyuncaksız büyüdü… Belki de onun için içindeki çocuk, gözlerinden baktı hep dışarıya…

Çocuklara sevgisi içindeki çocuğun dışarıya uzanmasıydı zaten…

Sevdiği herkese “çocuk” demesi de ondan. Kendi çocukluğunu çağırır gibi…

Hiç şımarmadı, şımartılmamıştı hiç… Çocuk yanı okşanmadı, okşatmadı da…

Tüm zaferlerden sonra… Bir yat istedi kendisine… Savarona… Keyif için değil, yorgun ömrünü bir soluk dinlendirmek için…

“Bir çocuğun oyuncağını bekler gibi bekledim!” demişti, yatı ilk gördüğünde…

Meğer bir oyuncağı ne çok beklemiş çocukken... Oyuncak özlemini içinde uykuya yatırdığı duygularla dile getirmiş…

Savarona…

Büyüklüğü nedir önemli değil… Fiyatı… Maliyeti… Muhteşemliği… Önemli değil…

İçinde fuhuş yapılıyor diye yaygara kopuyor ya… Ruhum toprak kaymasına uğruyor, parça parça dökülüyor…

Fuhuşa indirgemek olayı… Fuhuş yapılmadığı zamanlarda o yatta yaşanan ve yapılanları mazur mu gösterecek?

Ülkesini kurmak peşinde uykusuz günleri birbirine eklerken, çocukluğu kaybolmuş O her şeyden ve herkesten üstün tutmamız gereken adamın/çocuğun oyuncağını gözümüz gibi korumamız gerekirken…

O’nun yadigârı olarak gözümüz gibi korumamız gerekirken…

Mülkiyeti devletin olan Savarona… Ona buna kiralanıp peşkeş çekilirken görmeyip de, fuhuş yapılırken görmüşsek… Utancımızı da yitirmiş olmuyor muyuz?

Bu nasıl bir ruhsal ve bilişsel körleşmedir söyleyin…

“BEN ONA KURBAN OLURUM!”

Konuşuyor. Kırılgan bir duruşu var. Gerçek mi, oynuyor mu bilmiyorum. Ama bir yerde “Ben ona kurban olurum” diyor ya, söylenecekler ve yorumlar orada bitiyor.

Hanefi Avcı’nın arkadaşı/sevgilisi (nesi olduğu aslında kimseyi ilgilendirmediği kadın)…

Uzun zamandır, özel yaşamların herkesin gözleri önünde linç edilişine alıştırıldık. Başkalarının yatak odalarını gözetletiyorlar kalabalıklara… Büyük olasılık özel yaşamları piyasaya sürenler salyalarını da akıtıyorlar ağızlarından…

Özel yaşamlar üzerinden baskının en çirkini, sindirmenin en ahlaksızı gerçekleşiyor. Kendilerinden başka kimseyi ilgilendirmeyen durumlar için herkese hesap verir oluyorlar…

“Ben ona kurban olurum” cümlesi yeni bir dönemin, aşkların arkasında durma döneminin başlangıcıdır. Özel yaşamlar üzerinden gerçekleşen linçe keskin ve o kadar da naif bir itirazdır…

Bir başkaldırıdır. Yatak odaları üzerinden yapılan saldırılara bir karşı duruştur.

AKLIMDA KALAN

“Bazen bir soru yalnızca bir soru değildir” düşüncesi: İletişim bilimiyle ilgili olanlar bilir, sözcükler ve kavramlar “alıcı” tarafından pek çok anlamla açılabilir, okunabilir. Sizin sadece bir sözcük ya da cümle olarak ağzınızdan çıkanların bambaşka açılımları olabilir. Geçen gün asansörde, bana gideceğim katı söyleyen genç adama, serde hocalık var ya soruverdim: “Sen kimsin?” Söyledi ve benden önceki katta inip gitti. Sonra öğrendim ki genç adam benim bu soruyu neden sorduğumu kafasına takmış. Neden sormuş olabilirmişim, gömleği mi dikkatimi çekmiş vs. Sanırım bu sorunun gerçek yanıtını da aramaya başlamış. Bana gelince, akademik alışkanlık belki, soru sormayı severim. Soru iyidir, yanıtları da göze alabildiğiniz sürece.