Nuran YILDIZ

KAÇIP GİTTİ YAZ VE KAÇIP GİDİYOR SONBAHAR…

----- 04.10.2010 - 10:00 -----

Önce arabamdan inerken ayakkabımın altında kalan bir yaprak…

Sonra “Yağmur mu yağıyor?” sorusunu sorduracak kadar kaçamak bir yağmur…

Ve… “Kalın birşeyler almalıyım yanıma” düşüncesi…

Dün… Başımı kaldırınca ağaçların ortasında, gördüğüm hüzne bezeli sarışın bir sonbahardı… Hayatıma yavaş yavaş bulaşan…

Yaprakla, yağmurla, kalın bir giysiyle “geliyorum” diyen, gelmiş işte…

“Yaz bitmiş” dedim kendi kendime… Kaçıncı kez yaz bitmiş… Sondan kaçıncı? O en sevdiğim mevsim, beni sonbaharın ıslak kucağına itmiş yine.

Kaçıp gitmiş yaz. Ben sağa sola koştururken telaşla… Sessizce… Sitemsizce… Gitmiş yaz. Her bir gününü hakkını vermeden yaşamayı yaşamak saymazdım oysa…

Sevdiğim bu şehrin, Ankara’nın sokaklarında bir kafede, arkadaşlarımla gülücüklü söyleşiler iliştiremeden eteklerine, eteklerini toplayıp gitmiş.

Bu kez sızılı bir terk edilmişlik hissi bırakarak hem de… Yaşayamadığım günlerini de toplatıp avuçlarının içinde, bana sormadan… Duraksamadan…

Dostlarımla “Ne sıcak ama…” diye söylenecek fırsatı bile bulamadan…

Yaz kaçıp gitmiş, hakkını veremediğim için suçlu bulmuştur beni, ben de kendimi...

Ki… Bana deseydiniz mevsimin hangisi… Kuşkusuz ki o yazdır… Ve o en sevdiğim mevsime bir kez bile ilgi gösteremeden, çoğu sevdiklerimize gösteremediğimiz gibi… Gitmiş. Hayatın bize cezası değerini bilmediğimiz sevdiklerimizin hep bizden önce gitmesi…

Ve sarıya boyanmaya başlayan Ankara’da, sonbaharı da ortalamışız çoktan. Olmaz! Yürümeden sokaklarında, kafamda binbir düşünceyle… Özgür bırakmadan ruhumu bir tepeden aşağıya… Bitmesin sonbahar hiç değilse.

Karıştıramazsam zihnimdekileri, şehrin bedenine sonbahar da gitmeden, milyon kere eminim yaşadım sayılmaz…

Geçip giderse sonbahar, bu sonbahar şehrinin içinden… Tutmadan saçlarımı… Bu şehir beni affetmez… Ben de bu şehri affetmem, kendine doğru çekmeyi başaramazsa beni, hiç bitmeyen telaşından hayatın…

AKLIMDA KALAN

Zor durum, tuhaf ikilem: Karşımda oturuyor. Doktora öğrencisi. Genç bir adam. Doktora tezi yazacak, danışmanı olmamı istiyor. Çok çalışkan. Okumayı, yazmayı, araştırmayı seviyor. Sen bir isteyince birden fazlasını veriyor. Her öğretim üyesinin birlikte çalışmak isteyeceği biri kısacası. Tereddütler içindeyim. Kafamda iki taraf çarpışıyor. Genç adam bu çarpışmaya tanık oluyor. Çünkü yaşadığım çarpışmayı sözcüklere vuruyorum. Dinliyor. Diyorum ki “Seninle çalışmayı çok isterim. Çok iyi bir doktora tezi yazacağından eminim. Ama hayata bakış açılarımız çok farklı. Ben laik sisteme inanıyorum, dinin gündelik yaşamı belirleyemeyeceğine. Bilimsel olarak açıklanamayan her duruma mesafeliyim. Sen şeriat düzenine inanıyorsun. Olup bitenlere ‘ilahi’ açıklamaların var. Yazacağın tezde bu iki dünya görüşü karşı karşıya gelirse karşında olurum. Oysa danışman karşında olan değil, yanında olandır. Başka bir danışman bulmalısın.” Düşünüyor. “Peki” diyor, “dünya görüşlerimizin çarpışmayacağı bir tez konusu bulursam danışmanım olur musunuz?” “Önce o konuyu bul sonra konuşalım” diyorum. Biliyorum ki bu zor ve hatta olanaksız, dünya görüşleri işin içine girmeden bir metin yazılabilir mi? Düşünmek için zaman istiyor…