Nuran YILDIZ

EYVALLAH…

----- 04.02.2011 - 00:01 -----

“Gönlü sevgiden geçen herkesle bir gün bir yerde buluşuruz. Bu, bu kadarmış. Bundan sonra her şey sizin gönlünüzce olsun, bir yerde karşılaşırız inşallah, eyvallah.”

Öyle diyor Defne Joy Foster, eski bir programının vedasında… Arkasında deniz var, dalgalı.

Hayatımıza girdiği ilk günden son güne kadar hayatı bir televizyon programı gibi yaşamış minicik bedenli bir kadın…

Haylaz, her şeyi ti’ye alan, dalgacı, enerjik, hiperaktif, muzır, hınzır, ele avuca sığmaz görüntüsünün, neleri gizlemek için sahneye konduğunu hep merak ettiğim…

Hep gülen yüzünde, hiç gülmeyen gözlerinin içinin tezatına hep hayret ettiğim…

Bir sabah, hayatın içinden kayıp gidiverdiğinin haberi geliyor. Ölüm her şeyi ve herkesi eşitliyor. Durmadan tekrarlanan en acımasız gerçek yine enseye yapışıyor.

Ani. Beklenmedik. Hiç beklenmedik. O kadar ki tabutuna bakarken bile öldüğü fikri saçma geliyor.

Bir tv programı gibi yaşanan hayat, bir tv programı gibi bitiveriyor. Medyanın her biri, ölü bedeninden bir reyting koparıyor.

Ölümün reytingini yazmış Yılmaz Özdil dün. Sonra da iletişim öğrencilerine “gidin limon satın” dersini vermiş.

Kimsesiz bir küçük kadının anlamsız ve yersiz ölümü üzerine kimse soru sormuyor. Çünkü güçlü bir soyadın yoksa, güçlü ya da önemli bir hamin yoksa kimse soru sormaz, görmez, bilmez oluyor.

Kimsesiz, küçük soyadlı olunca kolayca etiketlenip hapislere tıkıldığın gibi, ölümünün de nedeni sorgulanmıyor.

Çoktandır unutulmuş olan medya etiği, sorumluluk, vicdan birden bire hatırlanıveriyor. Kim olduğu belli bir gazetecinin oğlu için “Bir arkadaşının evinde…” denip geçiliyor. O kadar güçlü ki gazetecinin soyadı, tüm ihtimallerin üzerini örtüveriyor.

Sanki hiç yargısız infaz yapmamış gibi medya, yargısız infaz eden yazılarıyla meşhur baba ve oğlu için aniden sorumlu ve vicdanlı olmayı akıl ediyor. O kadar güçlü ki soyad, aileyi tüm şaibelerden uzak tutuyor, teflon gibi oluyorsun. Hiçbir suçlama üzerinde durmuyor.

Geriye küçücük bedenli bir kadının çaresizliğini silen, “çaresizce doktor arayan” (!) ifadesiyle süslenen mağdur güçlü soyad kalıyor. Utanmasızca.

Defne Joy Foster… Ölümü üzerine benim kafamda onlarca soru var. Savcı, hakim, avukat, polis, ihbarcı olan medya senin kafanda bir tek soru bile yok mu? Nasıl bir küçücük kadın bedeni ortada dururken görmez, duymaz, konuşmaz oluyorsun? Güçlü bir soyadı için devreye soktuğun vicdanın, küçücük bir beden için neden zonklamıyor?

Yılmaz Özdil, iletişim öğrencilerine “Gidip limon satın” demiş… Ben kendi öğrencilerime “Gidip işletme okuyun, hiç değilse açık açık işletirsiniz” diyorum. Çünkü bu medya dünyasının hocası olmak kadar ağır gelen bir iş yok.

Defne Joy Foster, küçücük bedenli kadın “Eyvallah” demiş. “Kabul ettik, Haktandır” demiş yani. Onaylamış. “Eyvallah” sözünü hiç sevmem. İnsanı çaresiz, yenik ve teslim olmuş gösterir ya ondan. Böyle bir ölümü kabul etmek olur mu? Etmiyorum… Soru sorulsun istiyorum. Soru soracak kimse yok mu?

AKLIMDA KALAN

“Herkesin bir kırılma noktası vardır” sözü: Haftalardır bu sözü aklımda tutuyorum. Hiç sevmediğim Adrian Brody ve çok sevdiğim Forest Whitaker’ın başrollerini paylaştığı “The Experiment/ Deney” filminin afişinde gördüğüm günden beri aklımda. Neden? Bilmiyorum. Herkesin bir kırılma noktasının olduğunu bilmenin eşitleyici saptaması mı beni çekti? Herkes, herkes kadar kırılabiliyor. Yalnız değilsin. Böyle mi diyor? Oysa film erkekler arası iktidar savaşının üçüncü bir tarafın varlığıyla ilişkilendirilmesi gerektiğini anlatıyor. Bir adam acımasız bir rekabette diğer adamı yok etmeye, ondan üstün olmaya çalışırken hedefi o adama karşı kazanmak değil diyor. O zafer ancak o mücadeleyi izleyen varsa anlamlıdır. Eğer üç taraftan biri yoksa rekabet/mücadele anlamsızlaşır. Ve her üç tarafın da bir kırılma noktası vardır, o noktayı bulduğunda kazanan olursun ve kazandığın anda da oyun biteceğinden kaybeden de olursun. Eğer yaşama bir mücadele, yenme, zafer kazanma penceresinden bakıyorsan herkesin bir kırılma noktası vardır. Bunu bilmek beni rahatsız ediyor.