Nuran YILDIZ

AŞK TESADÜFLERİ SEVER

----- 11.02.2011 - 00:01 -----

Galalarda, açılışlarda boy göstermekten pek hoşlanmam. Ama “Aşk Tesadüfleri Sever” filminin galasına gittim.

Orada olmak için çok nedenim vardı.

Birincisi, romantik film severim. Vurdulu, kırdılı, transformasyonlu filmlerden daral gelmişti zaten.

İkincisi, film Ankara’da geçiyordu. Üstelik de romantik bir film!

Üçüncüsü, yönetmeni Ömer Faruk Sorak okuldan arkadaşımdı.

Dördüncüsü, birlikte olmaktan hep keyif aldığım dostlarım davet etmişti.

Beşincisi, bu web sitesinin “Aklımdaki Fotoğraflar” köşesinde iki fotoğrafı birden yer alan Mehmet Günsur başroldeydi!

Gittim.

Siz de gitmelisiniz. Evet, filmde klişeler fazlasıyla var, ama hayatta da var. Geçen gün yazdığım gibi aşk kavramının kendisi büyük bir klişe değil mi zaten?

Ankara belki de ilk kez bir “aşk şehri” kimliğine bürünüyor, görmezseniz olur mu?

Ankara’yı aşkın platformu olarak görünce bir kez daha anlıyorsunuz ki “aşkın büyüsü” dokunduğu her şeyi ve her yeri güzelleştiriyor.

Film sırasında (evet ben film izlerken yanımdakiyle konuşurum) arkadaşımın kulağına eğilip, yönetmen Ömer Faruk’un Ankara’ya teşekkür ettiğini söyledim.

Film bitiminde Ömer Faruk da beni doğrular gibi “Ankara doğduğum ve doyduğum yer. Bir selam göndermek istedim” dedi.

Ankara İletişim, (eski Basın-Yayın) öğrencilerine başka ne veriyorsa veriyor ama sanırım en çok mütevazılık veriyor. Son dönem Türk sinemasının önemli filmlerine imza atmış olan Ömer Faruk Sorak, Ali Taner Baltacı mütevazılar, bazen gereğinden fazla.

Filmlerin temelde tek bir cümle için yazıldığına inanırım. Geriye kalan her diyalog ve her sahne o cümlenin altını çizmek için işliyor.

Herkes kendi cümlesini bulur izlediği filmde. Benim cümlem, Tunalı’daki Kıtır’da geçen sahnede arkadaşının, Deniz’e söylediği “Anlamadan ve hissetmeden bir şey sevilebilir mi?” cümlesiydi.

Anlamadan ve hissetmeden bir şey sevilir mi, sevilmez mi sorusu kafamın orta yerine düşüveriyor.

Yanıtını bilmiyorum. Anlamadan ve hissetmeden olan şey “aşk” değil mi zaten?
Aşk, anlamaya ve hissetmeye zaman bırakmadan küt diye olmuyor mu?

Filmin sonu…

Yok, sonunu yazmayacağım, yalnızca sondaki o büyük metaforu yazacağım.

Sevdiğiniz birini içinize almak, içinizde yaşatmanın acısı ve keyfi. Zor olsa gerek.

Eleştirdiğim şey, son sahnedeki tasarımın filmi aşağı çekiyor olması. Bir de Mehmet Günsur gibi bir oyuncun varsa, her sahnede bunun tadının çıkarılması gerekirdi. Yönetmen Mehmet Günsur’un hakkını vermemiş.

Gelelim kulis bilgisine;

Mehmet Günsur çok yakışıklı. Ama fotoğraflarındaki, filmlerindeki kadar nefes kesici değil gerçek hayatta. Ve inanılmaz içten. Bakanı içine çeken gülümsemesiyle baş döndürücü.

Tam dibimde, eşinin ellerine yapışmış dururken kendimi, “Web sitemde fotoğrafları olan adam bu mu?” sorusuyla, “Aman tanrım, web sitemde fotoğrafları olan adam bu!” şaşkınlığı arasında gidip gelirken buluyorum.

Büyük aşkı olduğunu ezberlediğimiz eşi ise tüm kadınlarda tam bir hayal kırıklığı yarattı. Bir afet beklerken, sade bir kadın duruyordu karşımızda. Kadınların kocasına bakışının karşılığını, adama biraz daha yapışarak veriyordu.

Belçim Bilgin’e gelince… “Yılmaz Erdoğan bu kadında ne buldu?” Sorusunun yanıtı o kadar ortada ki. Duru, saydam, içten bir kadın.

Kocasının soyadını kullanmayarak, kendi varlığının altını çizen, kendine ve geleceğine inanan güçlü bir kadın. Abartısız ama içe işleyen bir oyuncu.

Her biri kendi sahnesinin hakkını veren sahici karakterler arasında ben yine de en çok Deniz’in evlenmek üzereyken terk ettiği erkek arkadaşını sevdim. Onun Deniz’i sevme biçimine hasta oldum. Yerli Jude Law, Yiğit Özşener o kadar naif bir oyunculuk çıkarıyor ki…

Bir de…

Deniz’i kucağında taşıyarak merdivenleri çıktığı sahnede Özgür’ün soluk soluğa kalışı, izleyen herkesin içini daraltıyor, haberiniz olsun.

“Aşk Tesadüfleri Sever” mi bilmiyorum ama bu filmi seversiniz.

AŞK MI, TESADÜF MÜ, KADER Mİ?

Tam da yukarıdaki yazının son cümlesini yazdığım sırada, çok yakın bir dostum telefon etti: “N’apıyorsun?”

“Aşk Tesadüfleri Sever” filmi hakkında yazdığımı söyleyince, “Gerçekten de öyle, değil mi?” dedi.

Yanıtımı beklemeden devam etti “Bence süper bir tespit, gerçekten aşk tesadüfleri seviyor!”

Ben bu esprinin bir pazarlama hilesi olduğunu düşündüğüm için açıklamasını istedim.

Sevdiği adamla, ama bir süredir birlikte olmadığı adamla, tesadüflerini sıraladı.

Adamın babasıyla bizimkinin babası aynı meslektenmiş.

Tam “ne var bunda” diyecekken öyle ayrıntılar sıraladı ki şaşırdım.

Adamla arkadaş olduğunda fark etmişler ki ikisinin de kitabı aynı yayınevinden çıkmış.

Birbirlerinin hayatına girmeden çok önce, birkaç kez aynı ortamda bulunmuşlar.

Ve dahası, arkadaşlıklarından 3 yıl önce, bir etkinlikte aynı masada oturmuşlar ve yalnızca selamlaşmışlar!

Bitmedi. Adamın yakın arkadaşı bizimkinin de arkadaşı çıkmamış mı?

Ne diyebilirim? Tesadüftür tesadüf:))

OKURA NOT:

İki aşk yazısı yazdığımın farkındayım. 14 Şubat’ta aşk yazmayı düşünmüyorum. 14 Şubat fikri bile bana itici geliyor. Daha değerli, daha büyük, daha pahalı hediyeler alarak sevmeye itilmek fikri itici.

Önünüzde broşürler, fotoğraflar, indirimli fiyatlar. Daha aldığın hediyenin taksidi bitmeden ilişki bitiyor. Sevgiliyle geçirilecek en güzel zaman ve mekan ise sessizce orada duruyor: Televizyonun karşısındaki kanepe! Ne seyrettiğinizin de önemi yok. Eğer sevgili, gerçekten sevgiliyse…

AKLIMDA KALAN

Ölüm karşısında kafamın karışması: Sizi bilmem ben mumyaları uzun uzun incelemeyi severim. Elbette müzede olmak koşuluyla! Elbette canlanmamaları koşuluyla! Önümdeki gazetede kocaman bir mumya fotoğrafı var. Orta Asya’daki Sincan bölgesinde bulunmuş, 4 bin yıllık. Bakıyorum. Tüm ayrıntılarına. Neden bu ilgi? Büyük olasılık kendi geleceğime dair ipuçları bulmak için. Gömüldükten yüzlerce yıl bile değil, birkaç hafta sonra tenim ne hale gelecek, gözlerim nasıl içine kaçacak, burnum böyle mi eriyecek merakıyla bakıyorum belki. Belki de “ölü”nün o görüntüsü yaşadığımın altını daha bir çizsin diye. Nasılsa sonumuz böyle olacağına göre yaşamanın ve “an”ın tadını çıkaralım diye belki. Bilmiyorum. Ölüm fikrinden kaçmak isterken durmaksızın, mezarlıklarımızı uzaklarda bırakırken, yanından geçerken bile o tarafa dönüp bakmamaya çalışırken ölümün ensemizde olduğu fikri çekiyor belki. Öylece 4 bin yıllık mumyaya bakarken, aklımdan insanın hayatta kalma stratejileri geçiyor tek tek…