Nuran YILDIZ

İSTEDİĞİMİZ GİBİ YAŞIYORSAK, İSTEDİĞİMİZ GİBİ ANLATAMAZ MIYIZ?

----- 18.03.2011 - 09:00 -----

Birkaç haftadır Sevgili İsmail Küçükkaya Akşam’daki köşesinde, Nazlı Eray’ın “Tozlu Altın Kafes” kitabı üzerinde duruyor.

Sorun Eray’ın kitabında şimdi hayatta olmayan eşiyle ilgili olumsuz ve özel ayrıntıları yazmış olması.

İsmail’e göre bu “mahremiyet ihlali.” Hele bir de ölmüş birinin ardından yazılmış olmasını içine sindiremiyor.

Nazlı Eray ise “Kitap benim hayatımı, dolayısıyla da o hayatımın bazı bölümlerinde iz bırakan kocam Metin And’ı anlatıyor. Hayatım bana ait ve onu sansürleyemem” diyor.

İki sevdiğim insanın, iki farklı görüşünün ortasında duruyorum. Kafam karışık. Askıdayım. Öylece. Hangisi haklı?

Kolay sorular ararken, hep zor olanla karşılaşmak da kısmet işte.

Soru kafamda, ben kahvaltı masasında, İsmail’in köşe yazısı elimde öylece düşünüyorum. Geçen pazar sabahı.

Bu sancıyı daha önce de çekmiştim. Hatırlıyorum.

Latife Hanımın Mustafa Kemal’e yazdığı mektupların açık artırmayla satışa çıkarılacağı günlerde, bir aşkın en özel duygularının herkesin gözleri önünde satılmasına şiddetle itiraz ediyordum.

Sır piyasasının oluştuğu, tüm sırların en yüksek fiyata ulaştığı bugünlerde hiç değilse Latife ve Mustafa Kemal aşkına dokunmamalıydık. Burnumuzu mektubun satırlarına sokmak yerine, elimizi zarfın üzerine bastırmalıydık.

Bir yanım İsmail’in, İstanbul’un hunhar dünyasında son derece naif kaçacak duyarlılığına doğru gitmek istiyor.

Bir yanım ise Nazlı Eray’a doğru yol almaya hevesli. Bir hayat, onu yaşayana ait değil midir? İstediği gibi açamaz mı, paylaşamaz mı?

Bir yaşam onu yaşayanın dışında, ona dokunan herkese mi aittir? Kooperatif gibi bir şey midir yaşam yoksa?

“Ne münasebet!” dediğinizi duyar gibi oluyorum, “Herkesin yaşamı kendisine aittir, üzerindeki tasarruf yetkisi de kendisinindir!”

Peki o zaman, yaşamından geçip gittiğiniz biri, siz yaşarken hem de, az ötede sizinle kendi yaşadıklarını birileriyle paylaşmaya kalkarsa? Onunki kendi yaşamı üzerinde tasarruf yetkisini kullanmak değil midir?

Zor soru.

“KARİYER BİR KADERDİR”

O adam benim için çok önemli. Her karşılaşmamızda, konuşmamızda mutlaka bana bir şey öğretiyor.

Bazen sarsılarak öğreniyorum bazen gülerek. Ama o, bana hep öğretiyor.

O adam geçen akşam telefon etti. Bir zamandır aramıyordu, meraktaydım. Bir zamandır biriken konuların minik bir kısmını konuşabildik uzunca süren konuşmamızda.

“Medyada olmalısın” dedi.

İstemediğimi söyledim, “Teklifler var ama içim istemiyor” dedim, “Küçük dünyamda kendi heveslerimle uğraşmak istiyorum, dünyayla uğraşmak yerine.”

“Buna hakkın yok” dedi, “Kariyer bir kaderdir. İstediğin zaman bırakıp gidemezsin.

Yapmak isteyip yapamadığım, gitmek isteyip gidemediğim her şeyi anlatmıştı bir cümlede: Kariyer bir kaderdir!

Kendime varabilmek için kaderi yenmem gerekecek demek ki…

O adam öğretirken, karşısında hem kocaman bir insan, hem de öğrenmeye açık küçücük bir çocuk olabiliyorum.

İSTANBUL’DAYIM. BİR AKŞAMÜSTÜ. TEDİRGİN.

Boğaz’dayız. Sağımız solumuz deniz. Ankara’dan İstanbul’a gitmiş bir arkadaşımla kahve içiyoruz. Misafiriyim. Geçen hafta.

Sağımız solumuz deniz ya, birbirimizin gözüne bakmadan konuşuyoruz. O yüzden sözcükleri hep unutuyorum, bakışlarım bir martının peşine takılıyor çünkü.

Ankara’da durum başka. Batıp çıktığımız deniz, karşımızdakinin gözlerinde durur. Üst kirpik alt kirpiğe değince deniz gözden kaybolur.

Arkadaşım Hükümete fazlasıyla yakın biri. Hararetle bir konuyu tartışıyoruz. Birden gözüm, masada yan yana duran telefonlarımıza gidiyor, “Bunları arabaya gönder istersen” diyorum. Artık telefonlar öcü ya…

“Boşversene” diyor arkadaşım. Israr ediyorum, “İki kişilik konuşalım, çok kişilik olmasın. Sonra söylemediğimiz şeylerin hesabını vermek zorunda kalmayalım.”

“İnsan” diyor bizimki, “Bir kez ölür. Öyle her gün azar azar niye ölelim ki. Dinleyen dinlesin. Korkarak yaşayamam ben.”

Mutsuz mutsuz yüzüne bakınca gülüyor, “İnsan bunu göze alınca rahatlıyor.”

Bana tozlanmış “Boşversene günleri”mi hatırlatıyor arkadaşım. Tedirginlik kayboluyor. Uzanıp telefonumu alıyorum, çok sevdiğim birine sevimli bir mesaj atıyorum.

AKLIMDA KALAN

İbrahim Tatlıses’in bu web sitesine katkısı: Tam da kafasından vurulmuş hastanede yatarken. Hayatına giren kadınların çekip gitmek yerine, yüreğinin odalarına yerleştiği bir adam kafasından vurulmuşken. Koridorda kadınları “senin adamın”, “benim adamım” kavgasına tutuşmuşken. Bülent Arınç izin verirse yatağında uyuyacak olan yaralı adamın yıllar önce okuduğum bir söyleşisini hatırlıyorum. Derdi kavga çıkarıp, habere başlık çıkarmak olan gazeteci “Muazzez Abacı sizin için ağır sözler söyledi” diyerek İbrahim Tatlıses’i, Muazzez Abacı’ya karşı doldurmaya çalışıyor. İbo gayet sakin, “Olabilir” diyor, “Muazzez Hanımın bende kredisi vardır, söyleyebilir.” Onun beklenmedik olgun yanıtı beni o kadar etkilemişti ki, o günden sonra “bende kredisi olanlar”, “açık çek verdiklerim”, “içerden yiyenler”, “kredisi tükenmiş olanlar”, “kredi limitini aşmış olanlar” şeklinde bir kategorileme yapmaya başladım. Yaşamımı gözden geçirmeyi, lüzumsuz ilişkilerden arındırmayı “kredi” sözcüğü üzerinden yapabilmeyi Tatlıses’ten öğrendim. Bu web sitesindeki “Haftanın Dersi” bölümü o öğrenmenin sonucudur.