Nuran YILDIZ

ALEX BİR CÜMLEYLE ÖZETLEDİ…

----- 21.03.2011 - 00:01 -----

(Bu bir spor yazısı değildir.)

Fenerbahçe yine, yeni, yeniden Galatasaray’ı yendi. Yok, artık içim kan ağlamıyor. Üst üste beşinci yenilgiden sonra duruma alışmıştı Galatasaraylılar, insan dediğin alışır…

Üç yıldır aynı şeyi söylüyorum: Ortada ne derbi, ne de ezeli rekabet kaldı. Sonu belli maça derbi demek tam bir komedi.

Fenerliler tadını çıkarıyor. Eskisi kadar sevinçten dört köşe olamıyorlar ama. Belli ki Galatasaray’ı yine yenmek, onların canını sıkmaya başlamış.

Maç bitti. Arkadaşımdan mesaj geldi. “Bekaret bozuldu!” Tam bir erkek jargonu. Çünkü o Fenerli bir erkek.

“Terbiyesiz!” yazdım yanıt olarak.

Yanıtladı, “Arena’da da bizden çekeceğiniz var.”

Yanıtladım, “Biz sizden değil, Adnan Polat’tan çekiyoruz.” Güldü:))

Geçen ay sözleşmesini yenileyen Alex “Fenerbahçe’ye ait olduğumu hissettim ve sözleşmemi yeniledim”, diyor.

İşin özeti bu. Galatasaray’da eksik olan şey: Kendisini takıma, takım arkadaşına, bir hedefe aidiyet hissi. Yok.

Siyasi partiler için de geçerlidir bu. Partiye kendini ait hissedersen, kendini ona, onun hedeflerini kendine ait hissedersen, kolay yol alırsın.

Kadın-erkek ilişkileri için de. Biriyle olmak, ne kadar özgür ilişkiler insanı olursanız olun, temelinde bir aidiyet problemidir.

İş yaşamı da farklı değil. Dış kapının mandalı gibi davrandığınız işlerde dış kapının mandalı kalmak bir başarı sayılır.

Ve… Hayat! Hayata ne kadar ait hissediyorsak kendimizi ve hayatımıza ne kadar sahip çıkıyorsak o kadar “Yaşadım!” diyebiliriz.

Yani. Kısaca. İşin özü. Aidiyet bir sosyal durum değil, bir temel güdüdür. İlkel topluluklardan bu yana geçen insanlık tarihi ne kadar değişim yaşarsa yaşasın, aidiyet söz konusu olunca olduğu yerden milim kıpırdamamıştır insan…

ÜÇ BOYUTLU MAÇ

Fener-Galatasaray maçını üç boyutlu izleyenler anlatıyor: “Top sanki burnumuzun ucundan geçiyordu.” “Sahanın tam ortasında gibiydik, muhteşemdi.”

Tek boyutlu izlerken, ekran karşısında. Orada televizyon olduğunu, maçın bilmem ne kadar kilometre uzakta bir yerde oynandığını bilerek izlerken bile ruh hali sahanın içinde olan insan topluluğu değil miyiz biz?

“Lan hakeeem, ofsaytı görmüyor musun laaan!” diye bağıran ya da “Hakem seni bir elime geçirsem var ya!” diye hop oturup hop kalkan insanımıza bir de sahanın ortasındaymış hissi verin. Bakalım ne olacak?

En iyisi sağa sola tekme, rakibe çelme, hakeme dirsek atmak için fırlayacak olan taraftara üç boyutlu gözlüklerin yanında, koltuğa bağlayacak bir de kelepçe vermek.

SAÇMA!

Tüketici Akademisi "Muhteşem Yüzyıl" da Hürrem’i oynayan Meltem Uzerli’ye “En iyi dizi oyuncusu” ödülünü vermiş.

Durum o kadar saçma ki Uzerli bile inanmakta güçlük çekip soruyor: “Ama neden?” Defalarca, ısrarla soruyor bu soruyu sahnede. Çünkü kendisi bile bu ödülü hak ettiğine inanmıyor. Çünkü kötünün ötesinde, felaket oynuyor.

Ben daha ne diyeyim? Ödüllendirme saçmalıklarının geldiği son noktadır bu.

AKLIMDA KALAN

Kader Ajanları filmi: Bilmiyorum neden, bu film hakettiği ilgiyi görmedi. Abuk sabuk, kıytırık filmler gazetelerde sayfa sayfa yer bulurken bu film geçiştirildi. Belki ben de atlayacaktım arkadaşım sağ olsun. Niyetim romantik bir film izlemekti. Arkadaşım “Ya evde oturur maç izlerim ya da erkekler için yapılmış bir filme giderim” diye tutturan bir adam olunca, film seçmek ince bir işe dönüştü. “Kader Ajanları” içinde aşk da entrika da olan bir film, görünüşte! Başrollerde her zaman çirkin bulduğum Matt Damon ve hiçbir özelliği olmayan Emily Blunt oynuyor. Filmin sonunda “İyi ki bu filme gelmişiz” dedik. Filmin ön yüzünde saçma sapan bir aşk var. Fazlasıyla yüzeysel, imrendirmiyor. Filmin arka yüzüne gelince… Her şey orada duruyor. Arka yüze gömülelim diye ön yüzü es geçmişler. Öyle çok kavramı sorguluyor ki, özgür irade, kader, birey olmak, derin devlet, başkaldırı, bilinçaltı… Sizi bilmem, ben DVD’si çıkar çıkmaz alıp, ileri-geri sararak yeniden izleyeceğim.