Nuran YILDIZ

SAHİPSİZ SANAT…

----- 25.04.2011 - 00:01 -----

Bizim jenerasyonun ilkokuldan başlayarak peşini bırakmayan soru “Sanat, sanat için midir, sanat toplum için midir?” sorusudur.

Bitmek tükenmek bilmeyen münazaralar silsilesinde bir şekilde bu soru gelir her milli eğitim öğrencisinin önünde durur.

Başbakan Kars’daki heykele “ucube” dediği günden bu yana yukarıdaki soruya yeni bir boyut daha eklenmiş oldu: “Sanat Başbakan için midir?”

Sanat değilse bile siyaset Başbakan içindir. Başbakanın o meşhur heykele “ucube” demesi de öylesine sarfedilmiş, ağızdan kaçırılmış bir cümle değildir. Kültür ve Turizm Bakanına itiraz edip “Hayır efendim, bilerek ucube dedim!” (Efendim sözcüğünü kullanmamıştı galiba) demesi de ondan.

Karslılar da o heykeli sevmemiş, benim anladığım o.

İnsanların sevmediği bir heykeli koruyabilmek, sanata saygıdır, yerle bir etmeye kalkmak ise medeniyetle hiçbir noktada buluşmaz.

Başbakan istedi, heykel yıkımına başlandı. Siyasi sonuçları AKP’yi, medeniyete ilişkin sonuçları toplumumuzu (öyle bir şey kaldıysa halâ) bağlar.

Daha vahim bir durum yaşanıyor gözlerimizin önünde, asıl onun altını çizmek lazım.

Sanatçılar yıkıma karşı harekete geçiyorlar. Direniyorlar. Protesto ediyorlar. Siyasetçilerin muhalefette kalan kısmının sesi kısık.

Peki, iş dünyası bu işin neresinde?

Tarih boyunca “sanat”, doğrudan bir gereksinime karşılık gelmeyen bir üretim. Bu nedenle de zenginler ve asiller sayesinde varlığını sürdürmüş.

Parası olanın himayesinde ortaya çıkmış bugün ağzımız açık izlediğimiz pek çok sanat eseri.

Tiyatro kralların huzurunda, sokak gösterileri tüccarların gözleri önünde gerçekleşmiş.

Saraylar, malikaneler, kiliseler desteklemiş ressamları.

Kars’ta bir heykel yıkılıyor. İtiraz edenler arasında iş dünyasından isim gördünüz mü hiç?

Neredeyse her kapı gıcırtısına açıklama yapan TÜSİAD, bu konuda kararlı ve devamlı bir tutum sergiledi mi?

İNGİLİZLERİN DİŞ TAKINTISI

Kendimiz evlensek işin içine bu kadar giremezdik eminim. Hangi kanalı açsak İngiltere Prensi William ve müstakbel eşi Kate’in düğün hazırlıkları.

Davetiyenin ayrıntıları, gelinliğin modeli ve kimin diktiği, kimlerin davetli olduğu, çiçeklerin düzenlenmesi, törenin kaçta, yemeğin kaçta başlayıp biteceği, yemek menüsü, el sallanacak balkon, gelin arabasının atlılarının sırmaları vs.

Sorun anlatayım, o derece duruma vakıfım yani.

Şimdi de öğrendim ki müstakbel gelin Kate’in ön dişleri tamamıyla yenilenmiş! “Prenses dediğin gülüşünden belli olur”muş!

Liderler, İmajlar, Medya kitabını yazarken öğrenmiştim, “Demir Lady” Margret Thatcher da başbakanlığa hazırlandığı süreçte, ağzındaki tüm dişleri çektirip yenilerini yaptırmıştı. İmaj dediğin iki kırıtıp iki sırıtma değil yani, bazen epey ağrılı.

İngilizlerin bir diş takıntısı olduğu kesin.

KADINLARIN GIDIYLA İMTİHANI

Artık tamamıyla bir medyatik kişilik olmaktan ibaret olan Nazlı Ilıcak’a sormuş Şermin Terzi: “Ne zaman estetik ameliyat olmaya karar verdiniz?”

Nazlı Hanım yanıtlamış: “Televizyonda gıdımı görünce. Kadınlar önce gıdıdan gidiyor zaten.” Haksız da değil hani.

Kadınların gençleşme tutkusuyla, erkeklerin genç kadın tutkusu herhangi bir noktada uzlaşabilir mi? Bence mümkün değil. Yaşlanan kadınlar estetik yaptırmak için harcadıkları enerjilerini, yaşlanmayla barışmaya harcasalar kendilerine daha büyük bir iyilik etmiş olacaklar halbuki. Çünkü erkeklerde genç kadın tutkusu var, genç kalmaya çalışan yaşlı kadın tutkusu yok ki…

İnanmıyorsanız bir araştırma yaptırın, İstanbul sosyetesinde estetik ameliyat olan kaç kadının kocası genç sevgililerini bırakıp estetikli eşlerine dönmüş?

AKLIMDA KALAN

“Kaybedenler Kulübü”nün tuzağına düşmek: Yine aynı şey oldu. Yine kendime verdiğim “Bir daha asla pazarlama, ambalajlama işlerine kanıp bir filmi izlemeye gitmeyeceğim” sözümü tutamadım. “Kaybedenler Kulübü”ne gittim. Üstelik sonrasında film üzerine konuşmayı şiddetle umarak özel yaşamı hayli hızlı bir arkadaşımla izledik filmi. Arkadaşım, filmdeki karakterler Mete ve Kaan kadar olmasa da rutinden sıkılan biri. Her anlamda! Fakat. Maalesef. Nejat İşler’in iyi oyunculuğuna (aslında adam kendisi gibi duruyor, biz ona oyunculuk diyoruz), Yiğit Özşener’in tüm sevimliliğine rağmen film insanı içine çekmiyor. Ahu Türkpençe hep olduğu gibi bu filmde de iğreti duruyor. Cinsel içerikli (ne var ki fazlasıyla yüzeysel) esprilerle kotarılmaya çalışılmış öylesine bir film. Film bitince üzerine konuşacak bir tek cümlemiz oluyor: “Hayatı rutinde yaşamak mı iyidir, gelişine yaşamak mı?” Cazip yanıt “gelişine yaşamak” olsa da, rutin güven vericidir. Tartışmada gidebildiğimiz en son nokta gelişine yaşamanın da rutine dönüşebileceğidir! Biliyorum geç kaldım uyarmakta ama, henüz bu filme gitmediyseniz, gitmek için özel çaba harcamayın, derim.