Nuran YILDIZ

SANA NE KARDEŞİM!

----- 11.05.2011 - 00:01 -----

Sonunda biri, özel yaşamı linç edilen biri çıktı ve söylenmesi gerekeni söyledi. Korkmadı. Tırsmadı.

Baktı ki Anayasa’nın “özel yaşamları koruma”yla ilgili 20. maddesini takan yok.

Baktı ki özel yaşamını korumakla sorumlu devletin, hükümetin, hukukçuların umuru değil.

Çıktı ve o çoktan söylenmesi gereken cümleyi söyledi: “Yaşadıklarım şahsımın özelidir. Buradaki sorumluluğum sadece aile fertlerine karşıdır.”

Keşke “Anayasa’nın hükümlerini korumakla yükümlü olanlar benim özel hayatımı korumakla da yükümlüdürler” deseydi. Olsun bu kadarı da yeter.

Madem insanın “mahrem”iyle, medyanın “şeffaf”ı alabildiğine birbirine karışmış durumda.

Madem siyasi ahlak bir yana, asgari insanlık durumu öbür yana.

Her yanımız açıkta kalmış madem.

Madem yatak odası hızla özel alandan kamusal alana doğru kaydırılmış.

Madem “Bak bunlar sevişiyor” diyeni mahremi ifşa ettiği için ayıplamak yerine, “bak” denen yere bakmaya teşne bir dünyada yaşamaya başladık.

Yatak odalarına kamera sokulmuş sistemi eleştirmek yerine, röntgenci pozisyonunun tadını çıkarmaya teslim olduk.

MHP’li Bülent Didinmez “Sana ne kardeşim!” demekte sonuna kadar haklıdır.

Kaldı ki bir aldatma ilişkisinde aldatan, aldatılan ve üçüncü şahıs vardır. Dördüncüye ancak sorulunca konuşmak düşer.

İnsan sevgilisine ister otomobil alır, isterse ev alır. Bunun hesabını sormak da eşine düşer. Eşi şikayet ederse de mahkemelere düşer. Hediye parti parasıyla ya da başka tür bir haksız kazançla alınmışsa onun hesabı da yatak odası üzerinden değil, maliye üzerinden sorulur.

Sözün özü; adam karısını aldatmışsa karısı sen misin? Ya da kadın kocasını aldatmışsa, kocası sen misin? Sana ne kardeşim!

BİZDE BÖYLE!

Geçen akşam Tv8’de medya ve ileri demokrasiyi tartıştık. Uzun bir aradan sonra sevgili Gökmen Karadağ’a “hayır” demedim.

Programda Haluk Şahin, Nazlı Ilıcak, Ali Sirmen, Fikri Akyüz, Faruk Mercan ve ben vardık.

Söz döndü dolaştı, gazetecilerin protesto gösterilerine geldi. Faruk Mercan “Yansak da dokunacağız” sloganını mahkemeye meydan okuma olarak değerlendirdi. İtiraz ettim, kendimizi mahkeme yerine koyup yorum yapmayı tehlikeli bulduğumu söyledim. İnsanların hiç değilse istedikleri sözcüklerle protesto edebilme (nefret ve şiddete çağırmadıkları sürece) özgürlüklerinin olması gerektiğini ekledim.

Faruk Mercan “Siz öğrencilerinize böyle öğretiyorsanız, yazık” demesin mi? Hayli sinirlenip “Evet” dedim, “ben öğrencilerime katılmadıkları fikirleri özgürce açıklayabileceklerini öğretiyorum.”

Bugün bu yazıyı penceremin önünde atılan sloganların gölgesinde yazıyorum. Gölbaşı kampüsümüzdeki “İngilizce hazırlık” öğrencilerinin protestosu var.

Ellerindeki dövizlerde “Hazırlık zulümdür, Gölbaşı sürgündür”, “Gölbaşı’nı duman almış”, “Senato hazırlık okusun” sloganları yazıyor. Bu sloganları bağırıyorlar. Alkış tutuyorlar. Dans ediyorlar. Halay çekiyorlar. Göbek atıyorlar.

Üniversitemizin güvenliği herhangi bir müdahalede bulunmuyor. Gençler düşüncelerini bu yolla iletiyor, yönetim de onların tepkisini görüyor.

Bizde böyle… Güzel olan bu. Şiddet içermeyen tüm protestolara saygılı bir yönetim anlayışı…

AKLIMDA KALAN

Anneler Günü işkencesi: Anneler günü iç içe işkencelerin gizli olduğu bir durumdur. Kızmayın hemen. Tüm sevgilerin hediyelere indirgenmesi anlayışı, tüm sevgileri işkenceye çeviriyor, çevirmiyor mu? Üstelik medya içeriğini oluşturan tüm anneler güzel, genç, modaya uyan, fit kadınlar. Bu imajların, tamamı normal birer kadın olan annelerimizde yarattığı ruhsal çöküntü de gizli bir işkence. En çok annesi olmayanların, annesi hasta olanların yok sayıldığı bir körleşme de işkence değil mi? Mesela benim annemin uzun zamandır ayakları şiştiği için geçmişte bayıla bayıla giydiği zarif ayakkabılara artık ayakları girmiyor. Ve birbirinden zarif ayak ve ayakkabı fotoğraflarının altında “sizin anneniz için” türü yazıların olduğu reklamlara bakarken içini mutsuzluk, yüzünü hüzün basıyor annemin.