Nuran YILDIZ

MEDYA VAHŞİ BİR BOĞADIR!

----- 01.07.2011 - 01:00 -----

Pazartesi. Gazeteci bir dostumla buluşuyoruz. Tunalı D&R’da. Bana şöyle bir bakıyor “Keyfin dışına vurmuş senin” diyor, “Burada değil, keyfine uygun bir yerde oturalım.”

Medya ve siyaset dünyasının kantini işlevi gören bir mekana gidiyoruz. Sonra masamıza bir televizyonun ve bir gazetenin Ankara temsilcileri de geliyor. Hiç siyaset konuşmuyoruz, medyada olup bitenler üzerine gelişiyor sohbet.

Biraz sonra ülkemizin en önemli, vergi sıralamasında en yukarılarda olan bir işadamı da katılıyor bize. Doğal olarak medya ve siyasette olup biten her şeyden haberdar biri.

Medyadan çekilenler, tasfiye edilenler üzerine konuşurken “Bugünlerde medyamız vahşi bir boğaya/ata benziyor, rodeo gibi” diyorum, “boğaya ya da ata sıkı tutunanlar kalıyor, tutunamayanlar yerle bir.”

“Yazsana bunu” diyor masadaki gazeteciler, bulmuşlar karşılarında benim gibi safın birini. İş adamı “Süper tespit” diyor, “ama boğanın üzerinde kalanların hepsi sıkı tutunabilenler değil, omurgasız olanlar boğanın üzerinde kalmayı daha rahat başarıyorlar. Omurgaları olmadığı için atın sırtına yığılıp yapışıyorlar.”

“Bu tespit de süper” diyorum, “yazıya bu tespiti de eklerim.” “Ekle” diyor iş adamı. “Adınızı da yazarım ama, biz akademisyenler referans vermek zorundayız” diyorum.

Adam cesur, “Yaz ne olacak ki” diyor, gülüyoruz. Yine de adını buraya yazmayacağım. Benimle sohbetin lüksü de bu; kendileri izin verse de vermese de insanların adlarını kamusal alanda kullanırken bin kez “Acaba zarar görürler mi?” imbiğinden geçiririm.

Haluk Şahin hoca, medyadan çekildi. Neden çekildiğini de bir medya hocasına uygun şekilde açıkladı. Hiçbir şey söylemeseydi bile, aldığı karar başlı başına çok şey söylüyordu aslında.

Çok cümleli açıklamasının üç cümlesi benim için ayrıca önemliydi;

Bir, “Güncelin istibdadından kurtulmak için” dedi. Medya teorileri açısından kutlanacak bu gerekçe, “istibdat” sözcüğünün bilinçli seçimi, çağrışımları ve işaret ettikleri nedeniyle son derece üzücüydü.

İki, “Hayatımı kurtarmak, nefes almak istiyorum” dedi. Medyanın bugünkü durumunun, gerçekler ve karakterler açısından ölümcül bir alan olduğu daha nazik nasıl anlatılabilirdi ki?

Üç, “Son dakika haberciliği yüzünden ‘soruşturmacı gazetecilik’ kitabını bitiremedim” dedi. Kalıcı olanın ne olduğunu sizi bilmem ama benim kafama mıhladı. İki yıldır “Beni bitir artık” diye bağıran “Aşk Yüzyılı Bitti” kitabımın dediğini diyordu Haluk Hoca.

Haluk Hoca medyayı bıraktı. Başka gazeteciler, işlerini iyi yapanların önemli bir kısmı da bıraktı. Bir kısmı demir parmaklıklar arkasına atıldı. Bir kısmına patron kapıyı gösterdi. Bir kısmına görünmez bir ses “gönder gitsin” dediği için gönderildi. İyi gazetecilerin kalanları da çaresizlikten dişlerini sıkmakta.

Son dönemde, medyada geriye iki tür gazeteci kaldı;
-Vahşi boğanın üzerinde meslek namusu, deneyimi ve bilgisiyle sıkıca tutunmaya çalışanlar (Onlar şimdilik aşağılanma, küçümsenme, itilip kakılma ile de mücadele ededursunlar, boğanın vahşiliği arttıkça bir bir onlar da düşecekler) ve,

-Omurgasız olup bir et yığını şeklinde boğayla birlikte o yana bu yana kaygısızca sallananlar.

Tam da burada belki, kovboy filmleri izlemeyenler için bir rodeo bilgisi denk düşüyor:

“Rodeo’da amaç; bel kısmı bir kemerle sıktırılmış ve bundan rahatsız olarak vahşileşen boğanın ya da atın üzerinde daha fazla kalabilmektir. Yarışma esnasında şiddetli biçimde yere düşme, vahşi hayvandan kaynaklı darbelere maruz kalabilme tehlikesi nedeniyle pek çok sakatlık yaşanabilmektedir.”

HAVADA AŞK KOKUSU VAR

Çok yakın bir arkadaşım, yaşamında her ayrıntıyı bildiğim biri. “Sana geliyorum” dedi, “anlatacaklarım var.” Sesi o kadar enerjikti ki, tuhaftı.

Geldi. Oturdu. “Aşık oldum” oldu, ilk cümlesi. Söylemesine gerek bile yoktu halbuki, kapıdan girişinden belliydi.

Siz aşık birini görünce anlamaz mısınız? Ben anlarım. Gözlerinden, kıpırtısından, elini saçına götürüşünden. Gerekli gereksiz gülümsemesinden. Aşk girdiği her bedeni dönüştüren bir şey. Dahası o bedenden çıkıp evrenin her noktasına var olduğunu, bir bedeni ve aklı ve ruhu ele geçirdiğini bağıran bir çığlık aşk.

Arkadaşım konuşuyor. Anlatıyor. Adam kim, nerede tanışmış, nasıl tanışmış hepsini. O ne kadar abartırsa ben o kadar eksiltiyorum dinlerken, çünkü biliyorum aşk aynı zamanda abartıdır.

Sonra diyalog gerilmeye başlıyor. Onun kurduğu her kelebekli cümleden sonra ya da cümlenin üzerine ben ya “saçma” diyorum, ya da “tuhaf.” Ya da “Hadi canım!” Ya da Yeşim’in o muhteşem şarkısındaki gibi “Olmaz böyle şey!”

Arkadaşım sonunda patlıyor: “Neden her cümleme itiraz ediyorsun? Bırak nasılsa öyle hissedeyim, yargılamak zorunda mısın?”

Gülmeye başlıyorum. Çünkü onun “itiraz” dediği şeyler yani “saçma”lıklar, “tuhaf”lıklar, “olmaz”lar, şaşkınlıklar, hepsi ama hepsi zaten aşkta var. İtiraz etmiyorum ki, aşkın içine notlar düşüyorum sadece…

Ey aşk iyi ki varsın! Başka neyimiz kaldı ki?

AKLIMDA KALAN

Ayşe ile Ali’nin evliliği: Ayşe Özyılmazel ile Ali Taran evleniyormuş. Medyanın ana gündemi bu. Zaten başka da yapabilecekleri bir şey yok. Gerçek habercilik mevta olduğu günden beri kişisel öykülerden başka neyin haberi yapılabilir ki? Ayşe’yi biraz tanırım, Ali Taran’ın reklamcılığı hakkında uzun uzun konuşabilirim ama kişiliği hakkında bir cümle kurmam. Onlar evleniyor, insanlar fikir beyan ediyor: “20 günde karar verilen evlilik 6 ayda biter.”, “Yok canım, o kadar bile sürmez, en fazla 3 ay.”, “Ali, Ayşe’nin iki katı yaşında.” Vs. vs. Neyse ne, hayat kaç kişilik olursa olsun, aşk iki kişiliktir. Keyif de onlarındır, hasar da onların.