Nuran YILDIZ

RAHATIM KAÇTI

----- 29.08.2011 - 00:01 -----

Keyfim kaçtı. Rahatım kaçtı. Huzurum durur mu, o da kaçıp gitti.

İyi yazmanın ilk koşulu, kimsenin okumayacağını düşünerek yazmaktır. Kimse okumayacak diye, içimden geldiği gibi, dilim döndüğünce, kalemim yettiğince yazıyordum ben de.

Her yazıdan sonra, iyiyse kendi kendime “aferin” diyor, kötüyse kendi kendime fırça atıyordum. Biz böyle iyiydik.

Son günlerde ise rahatı kaçan ağaç gibi oldum. Yazsam bir türlü, yazmasam bir türlü.

MGK ile ilgili oturma düzeni önerimi yazdım, ilk toplantıda önerimin gerçekleştiğini gördük. Yok canım dedim, rastlantıdır. Koskoca Cumhurbaşkanlığı, yüzlerce danışmanı varken, benim aklıma mı uyacak?

Çarşamba yazımda, Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Aydınlar’ın “ben merkezli” konuşma tarzının yanlışlığını ve iticiliğini eleştirdim.
Perşembe akşamı Aydınlar, Teke Tek’te konuktu. Türkçenin tüm sözcüklerini kullandı, bir tek “ben” demedi, iyi mi?

“Ben” demesi gerektiği yerde bile “biz” diyordu. Biz aşağı, biz yukarı. O kadar kontrollü ve denetimliydi ki bu kadar olur.

TFF Başkanı da bu toz duman içinde benim yazımı okusun ve ders çıkarsın!

Rahatım kaçtı. Önemli onca adam beni okurken nasıl yazacağım şimdi?

BAYRAM…

Baştan söyleyeyim, bayram yazısı yazmaktan hoşlanmam. Bayramın geldiği ev var, gelmediği ev var.

Bayramda bayram yapamayanlar, bayramda bayram yapanlardan daha çok takılır kafama.

Bayramsı sevinçlerim yatağımın başına konan kırmızı rugan ayakkabılarımla binip gitti gemilere.

Eteği jüponla kabartılmış beyaz çiçekli mavi elbisemle, babamın elinden tutup seke seke yürüdüğüm günlerde kaldı bayram keyiflerim.

Bayram sevinci çocuklar içindir.

Soru sormaya, kafa çalışmaya başladı mı, önce “sevinç” sözcüğü terk ediyormuş insanı.

“Başkaları”na olan, “başkaları”nın yaşadıkları, bize olan ve bizim yaşadıklarımızdan ne kadar hüzünlüyse… Büyümek iyi bir şey değilmiş anlıyorsunuz..

Bayram sevincinin bizi terk etmesi büyüdüğümüzün kanıtıdır.

DOSTLUK HANUT SAYILIR MI?

Ahmet Hakan “hanut gezi” lafının tadını çıkarıyor, kafa buluyor ya.
Hanutun sözlük anlamı “bir hizmet karşılığı alınan komisyon”, biliyorum.

Komisyonun bir kriteri konmamış ama. Koymak lazım. Yoksa bu gidişle dostlarımdan olacağım.

Geçen yılbaşı tüm masrafları arkadaşım tarafından karşılanan bir Paris tatili yapmıştım. Arkadaşıma karşılığında benden bir şey istemeyeceğine dair kağıt imzalatarak. O da not düşmüştü “Dostluğun hariç.”

Geçen hafta. Bodrum kıyılarında bir tekneden davet aldım. Kulağımdaki ses “Hadi gel, teknedeyim. Bir hafta, on gün gidelim buralardan” diyordu.

Aklıma Ahmet’in “hanut gezi”yle dalga geçen yazıları geliyor, “Saçmalama arkadaştan arkadaşa hanut gezi mi olur, bas git” sesleri o yazıları bastırıyor.

Yine de “Olmaz” diyorum. “Ben karada olmayı severim”, ne saçma sapan bir yanıtsa, ağzımdan çıkıyor.

Davet eden arkadaşım gülüyor, “Tamam” diyor, “senin için bir kasa toprak koyarız tekneye, üzerinde durursun.”

Gülüyoruz. Gitmiyorum elbette, Ankara’dan her cazip davetin ardına takılıp ayrılamam ki…

Hanutun tanımındaki “komisyon” sözünün açılmaya ihtiyacı var. Karşılığında dostluğun tahsil edildiği geziler hanut sayılır mı?

AKLIMDA KALAN

“Gazeteci anasını satar” sözü: Önceki Genelkurmay Başkanı Koşaner’in kayda alınmış sözleri de kayda alınması da tam ibretlikti. Bir iletişim hocası olarak Koşaner’in “Gazeteci anasını satar” cümlesini görmezden gelemezdim. Kimi bu cümlede hakaret görür, kimi sitem. Kimi durum değerlendirmesi, kimi hayal kırıklığı. Kimi derin bir gücenmişlik, kimi de bir eleştiri. Hepsini birden görenlerdenim ben. Bir süre önce Ayşe Arman’la konuşurken. Söyleşi için beni ikna etmeye çalışırken, neden istemediğimi açıklamaya çalışmıştım. O konuşmada bir cümle kullanmıştım: Gazeteci bir numara küçük ayakkabı gibidir, arkadan vurur! Ayşe bu cümleyi köşesine taşıyınca tartışma da başlamıştı. Hıncal Uluç’tan Serdar Turgut’a tartışmaya katılanlar sonuçta benim haklı olduğumda birleşmişlerdi. Haklı bulunduğum için o günlerde sevinmemiştim. Çünkü ben de gazetecilik mezunuydum ve gazetecilik okulunda hocalık yapıyordum. Bizim yoğun etik değerlerle mezun ettiğimiz öğrencilerimiz, medyada tutunabilmek için ya taviz vermek ya da medyayı bırakmak zorunda kaldılar, kalıyorlar. İş güvencesinin hiç olmadığı, “bağlantısızlığın” talep gördüğü günlerde örgütlenmenin yasak olduğu ve “güçlü olan ayakta kalır” anlayışının kutsallaştığı günlerde, gazeteci anasını satmaz ama kendi karakterini oluşturan epey şeyi satılığa çıkarır: Dostlarını, haber kaynaklarını, masum anılarını, güçlü ilişkilerini.. Tüm bunlar piyasada değer görmediğinden hiç pahasına gider hem de…