Nuran YILDIZ

RUH VE HASAR…

----- 03.10.2011 - 09:15 -----

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ıslatınca 20, ıslatmayınca 35 dakikada pişen nohut ürettiğini açıklayınca kafam karışmıştı.

“Ben düdüklü tencerede 15 dakikada pişiriyorum ama” demiştim. Yılmaz Özdil’de de aynı bilgi mevcutmuş.

Tuhaflık bende mi ki atom enerjisinden hızlıyım, kaygısıyla önce annemi, sonra mutfakta iyi dostları aradım. Hiperaktifim ama o kadar da değil.

Hepimiz nohutu 15 dakikada pişiriyormuşuz! Ne tuhaf bir ruh hali…

Cumhurbaşkanı TBMM açılış konuşmasında “ihracatın ithalata bağımlılığının %82 oranında” olmasından rahatsızlığını dile getirmiş. Hani biz ihracatta harikalar yaratıyorduk?

Ne ihracat anladığım bir konu ne de ihracatçılar. “İhracat oranı”, “ihracat kalemleri” gibi laflar duyduğumda, “Hımm… Önemli şeyler galiba…” muamelesi yaptım hep.

Cumhurbaşkanının milyar dolarlık ihracatla övünen Hükümeti yüzdeli rakamlarla eleştirmesi, aralarındaki uyuma alıştırılmış ruhumuzu derinden sarstı.

En önemlisi, Başbakan sınır birliklerinin görev yaptıkları yerlerde 5-7 yıl kalacaklarını söyledi.

Terör yoğun bölgede görev yapan birini tanıdınız mı hiç? Askerliğini Çukurca’da yapan bir doktor anlattı: “Bölgeden şehit olmadan dönebilenler bedenen yaşıyorlarsa da ruhları ölüyor.”

“Her gece, her an baskın olacakmış gibi beklemek nedir kimse bilmez. Ölmeyi beklemek ölmekten beter bir durum. Çoğu intihara meyilli o yüzden” dedi.

O bölgelerde görev yapan herkesin istisnasız psikolojik destek görmesi şart. Ama öyle olmuyor. Şüpheci, ruhu tetikte, herkesi düşman bilmeye alışmış, azıcık gevşemenin ölümü getireceğine inanmış insanlar karışıyor topluma. Evlerdeki ve sokaktaki şiddetin terörle ilişkisi araştırılıyor mu? Terör, ruhlardaki hasar yoluyla başka şiddet türlerini de üretmiyor mu?

10-12 ay sınır birliğinde kalanların durumu böyleyse, 5-7 yıl kalacaklara ne olacak?

Her şeyi rakamların cazibesine sığınarak anlatmak iyi de, rakamlar hep eksik. Ruhlara verilen hasar rakamların içinde hiç yok.

HÜRRİYET ÇÖZÜMÜ ESKİDE BULDU…

Enis Berberoğlu’nu medya camiasında seven azdır. Mesafelidir. Fazla asil durur diğerlerinin yanında. Sakindir. Ağzından çıkanı bin kez düşünür. Risk sevmez. Sağlamcıdır. Hırslı değil, akıllıdır.

Haliyle çene ishali hastalığıyla muzdarip medyamızda Enis Berberoğlu, bu özellikleri nedeniyle sevilmez. (Not: Çene ishali, yüksek egoların caka satmasının dışa vurumudur.)

İşte o Enis Berberoğlu’nu ben severim. İtidalli halini kıskanırım. Bende yok. Köşe yazmaktan vazgeçmesini doğru bulurum.

İşte o Enis Berberoğlu, Taha Akyol’u Hürriyet’e transfer etmiş. Doğan Ailesi eski dosta sahip çıkmış da denebilir, Hükümete şirin görünmekte usta bir yazarın transferi de.

Hürriyet’teki anonsta Taha Akyol için kullanılan sözcükler şöyle: Güçlü. Tecrübeli. Dengeli. Makul. Hürriyet, gittiği yolu Akyol’la simgelemek istemiş sanki.

Ancak… Tecrübe. Denge. Makul olma. Zamanın ruhuna ters.

Yılmaz Özdil gibi denge tanımayan. Ahmet Hakan gibi ele avuca sığmayan. Ayşe Arman gibi makul olmakla hiç ilişkisi olmayan yazarlar arasına bir “ağır abi” koydular.

Şimdi bir taraf “Kalk gidelim” derken, bir taraf “Otur oturduğun yerde” demeyecek mi? Üstelik “Kalk gidelim”ciler en çok okunan yazarlar değil mi?

Çözümü eskimiş bir isimde aramak risksiz bir yoldur evet, ama gazeteyi ileriye götürmez. Şimdilerde yerinde saymak geriye gitmekten iyidir.

OKURA ÖNEMLİ NOT:

Daha önceki yazılarımın ikisinde Anayasa’nın bütün olarak değişmesinin zor olduğunu yazmıştım. Bu görüşümü geri alıyor, düzeltiyorum. Bilim eldeki yeni verilerle düşünceleri güncellemeyi gerektirir. Ben de öyle yapıyorum: Anayasa değişecek. Üstelik bu değişiklik, CHP ve MHP’nin sürece ortak olmasıyla daha da kolay olacak. Düzeltir, dikkatinize sunarım.

AKLIMDA KALAN

“Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir” bakış açısı: Geçen hafta yeni eğitim-öğretim yılı başladı Üniversitede. (Kutlayan tüm dostlara teşekkür ederim. “Nezaket hiçten gelir ama her şeyi alır” sözü doğrudur.) Bu yazı o minvalde. “Yazı teknikleri” ya da “iletişim yönetimi” anlatırken öğrencilere farklı bakış açıları geliştirme alıştırmaları yaptırıyorum. Her sorunun çözümü, durduğumuz yer ve baktığımız yönle ilgili. Alıştırma için onlara, zihinlerini zorlayacak konular veriyorum. O konulardan biri “Derin olan kuyu değil kısa olan iptir” sözü. Geçenlerde Google’da kaybolduğum sırada eski öğrencim Esengül K.’nın blogunda bir yazıya rastladım. “ ‘Derin olan kuyu değil, kısa olan iptir’ diye biz söz duymuştum, sevgili hocam Nuran Yıldız’dan. Bu sözde bir parça kendimi gördüm ve yazmak istedim” cümlesiyle başlamış yazısına. Sonra özetle şöyle devam etmiş: “Her zaman eleştirdiğim noktamdır. Niye hep dar bir bakış açısıyla bakarım ki sorunlara, hayatta anlamam? Bir şeye saplanıp kalırım bazen. Konuya dair başka bir düşünce duyduğumda da kızarım kendime, bunu nasıl düşünemedim diye. Neyse ki bunun geliştirilebilir, öğrenilebilir bir durum olduğunu öğrendim de üzülmüyorum artık, durumun üstüne gidiyorum. (…) Bir şeyi düşünüyorsan o şeyin bir de alternatifi mutlaka vardır. İşte malumunuz kuyu… Neden kuyunun derin olduğunu düşünürüz ki sadece? (…) Kuyunun derin olması durumuna da müdahale edemeyiz ve biter çareler. Kapanır konu! Oysa biraz çalıştırsak aklımızı, çok değil biraz düşünsek, ipi uzatırız kuyuya inmek için. (…) Hiç unutmamalıyım ki kuyu derindir evet, ama hiç şüphesiz ip hep kısadır ! İpin boyuyla oynayabilirim!” Sevgili Esengül yazısını bitirirken “O gün, bu gündür ipi her gün biraz daha uzatıyorum. Az kaldı kuyuya indim, ineceğim…” diye bitirmiş. Kendince hayatla dalgasını da geçmiş. Genç insanlara onca bilgi bombardımanı arasında, hayata dair bir tek şey bile öğretebilmek, sahile vurmuş denizyıldızlarını denize tekrar atmak gibi. İçlerinden biri hayata dönse o bile yeter.