Nuran YILDIZ

“KAMYONCU ŞEHRİ”

----- 07.10.2011 - 00:01 -----

Öyle görünüyormuş Ankara, İstanbul’dan. Kamyoncu şehri. İstanbul kendi güzelliğiyle yetinmek yerine, Ankara’yı hor görmekte ısrarlıdır. “Öteki”ler arası didişme.

Güzel, aşifte bir kadının, iktidar sahibi çirkin bir adama tutkusuna benziyor İstanbul’un Ankara takıntısı. Bırakmasa olmaz, bıraksa kendisi yarım.

Oysa Ankara, evde kalmış kız kurusudur, Işık Yenersu’nun kulakları çınlasın.

Öğrencim. Adı Simge. Mezun oldu. İstanbul’a döndü. Oralı. Ankara’yı sevmedi, öyle diyor. Beni sevmiş, beni de giderayak, son yılında tanıdığına üzülüyor. Geç kalmışlık, hiç varmamışlıktan iyi değil midir?

Geçen gün ziyaretime geldi. İstanbul’un ne şahane, Ankara’nın ise kamyoncuların kenti olduğunu söyledi bir kez daha.

“Mesela” dedi, “Ankara’da sokakta dans edemem.”

“Deli misin, ne diye sokakta dans edeceksin ki?” dedim, güldük.

“İstanbul’da ederim, kimse de dönüp bana manyak mı bu diye bakmaz, geçer gider” dedi.

“Umursanmamak kötü” dedim, “İstanbul gerçekten umursamaz bir şehir. Bu iyi mi, şüpheliyim.”

Kalabalıkta, ölüm nedeni “yalnızlık” olan insanların şehri diyecektim, vazgeçtim.

“Bir Ankaralıyı koy İstanbul’un en kalabalık yerine, uzaydan bile tanırsın” dedim. Ankaralı ortamın parçası olmaz, gözlemcisi olur. İstanbullu onu süzerken, Ankaralı etrafı gözler. Yangın anında acil çıkış yerini arar gibi gözleri etrafı tarar.

Simge’nin kent karşılaştırması devam etti: “İstanbul’da bir erkekle azıcık muhabbet etsen konuyu hadi yatalım noktasına getiriyor. Cinsel nesne olmak insan olmaktan önce geliyor.”

Sözü nereye getirecek, merak ediyorum. “Ankara’da öyle değil” dedi, “bir erkek kızla arkadaş oluyor, yemek teklifini bile acaba yanlış anlaşılır mıyım korkusuyla yapıyor. Ankara’da her şeyden önce dost olabiliyorsun…”

“Peki bunun neresi kötü?” diyecektim ki, Ankara’yı sevmediğini anlatmaya başladığı konuşması “Ankara’yı seviyorum sanırım” cümlesiyle bitti.

Kamyoncu şehri olmak, o kadar da fena değil galiba.

STEVE JOBS…

Ya içine doğmuştu ya kendisine söylenmişti ya da onu hayata bağlayan tek şey Apple’ı yönetmekti. İşini bıraktı, hemen sonra öldü.

İş dünyasında başarının “yaratıcılık”la açıklanmasını sevmem. Başarısız insanların günah keçisidir bu sözcük. Başkalarının başarısını yaratıcılıkla açıklamak işe gelir, iyi hissettirir. Tanrı vermedi demektir bu.

Jobs’ın bir yaratıcılık tanımı var ki, öğrencilerime “Yaratıcılık diye bir şey yoktur, teknik diye bir şey vardır” dememi kanıtlar gibi: “Yaratıcılık, bir şeyleri birbirleriyle ilişkilendirmek, onları bağlamaktır.” Onun sözünü ettiği şey “teknik”tir. Tekniği geliştirmek önemli. Jobs da tüm yaşamı boyunca bunu yaptı.

OMEGA’NIN GEORGE’A YAPTIĞINI…

Saat markası Omega’nın, George Clooney’e yaptığını düşman düşmana yapmaz!

Gazete ilanı. Clooney Omega’yı gözümüze sokar şekilde arabanın açık kapısının üzerine kolunu dayamış, uzaklara bakıyor.

Yüzü yeterince çekim makyajı görmemiş, yine de güzel.

Ne var ki üzerindeki giysiler sanki George’u itici göstermek için özellikle tasarlanmış. Ekipte kıskançlıktan çatlayan birileri olmalı.

Beyaz bir pantolon! Üzerinde çizgili bir gömlek! İki sorunlu giysi parçası aynı anda George’un bedeninde! Tamam, üzerine çul atsan nefes kesecek kadar harika bir adam! İyi de, bir erkekte beyaz pantolon karizmaya çizik atar. Çizgili gömlek iyi düşünülmeden giyilirse bir çizik de o atar.

AKLIMDA KALAN

Heykelleri duvar diplerine sıralamamızın saçmalığı: Floransa’da. Uffizi’de sergilenen heykellere bakarken. Özellikle de, bir insanoğlu tarafından yapıldığına inanmakta güçlük çektiğim, süt beyazı, saydam mermerden muhteşem David’in bedeni etrafında bilmem kaçıncı kez dönerken… Aklımdaki soru şuydu: “Neden bizim ülkemizde heykeller duvar diplerine dizilir? Neden onları bütün bir form olarak göstermezler de, bir fotoğrafa bakar gibi ön yüzlerini gösterirler?” Heykelin çekim alanının sınırlarını mekan oluşturur diye bilirim ben. Mimar Sinan Üniversitesi’nde “fotoğraf” dersleri veren Kamil Fırat da aynı soruyu sormuş olmalı. Müze ziyaretçilerine dayatılan sınırın dışına çıkmış. Heykellerin gösterilmeyen, tabu gibi gözden uzak tutulan kalçalarını fotoğraflamış. Siyah-beyaz.. Çarpıcı. Hep orada duran ama görmemiz istenmeyen bedensel ayrıntıları gözümüzün içine sokmuş. Sergi Maçka’da. Galeri G’Art’ta. 4-12 Ekim tarihleri arasında. Vaktiniz olursa gidin.