Nuran YILDIZ

GEORGE’UN BURNU AKMAZ. AYAĞI KOKMAZ.

----- 04.11.2011 - 00:01 -----

Bu tür toplantılara zoraki katılanlar hemen belli olur. Orta ve arka sıraları seçerler. Kenarlara otururlar ki, kaçması kolay olsun.

Sandalyeye oturur pozisyonla yatar pozisyon arasında, kaykılarak otururlar. Biraz deneyimli olanlar gözleri açık uyuma yöntemleri geliştirmişlerdir.

Konuşmacının iki seçeneği vardır; ya umursamaz bir tavır takınır, parasını alır gerisini önemsemez ya da dikkat çekme yöntemleri bulurlar.

Konuşmam “yeni iş ilişkileri, yeni örgütler ve yeni çalışan tipleri” üzerineydi.

Davetlerine teşekkür ettikten sonra “Burada size harikalar vaat etmeyeceğim, tam tersine duyacaklarınız sizi mutsuzlaştıracak. Bunun için baştan özür diliyorum, dileyen salondan çıkabilir.”

Yüzlerde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Koltuğunda kaykılmış olanlar dik oturmaya, konuşma ilerledikçe başlar bulunduğum kürsüye doğru uzanmaya başladı. İşte o zaman, o konferans için ödenen ücreti de hak etmeye başlamışsınız demektir.

Anlatacaklarım bitti. Sıra sorulara geldi.

Genç bir adam “İş yaşamı için anlattığınız veriler özel yaşamımız için de geçerli mi?” diye sordu.

Sürekli değişen, kısalan iş ilişkilerini kastediyordu. “Evet” dedim, “toplumda bir şey değişiyorsa her şey değişiyor demektir. Toplum bir ilişkiler bütünü değil midir?”

Devam ettim, “Örneğin siz erkekler Nicole Kidman’a, Angelina Jolie’ye hayransınız. Onlar hiç alışverişe gitmezler ama hep muhteşem giyinirler. Ateşli bir sevişme sonrası yataktan kalktıklarında saçları kuaförden çıkmış gibi düzgün, makyajları yerindedir. Kendi hayatınızdaki kadına bakarsınız, tam tersi. Nicole leblebi yutsa belli olacak kadar zayıfken, hayatınızdaki kadın 38 bedende bile size şişman gelebilir. Bu kadar olsa iyi, sizinki yataktan kalkınca saç baş darmadağınık. Üstelik sürekli alışverişte.”

“Kadınlar da farklı değil” diyorum, “Ben ve pek çok kadın George Clooney’e hayranız. Sportif. Yakışıklı. Burnu akmaz. Ayağı kokmaz. Üstelik size öyle bir bakar ki eriyip bitersiniz. Sonra dönüp yanınızdaki adama bakarsınız. Eritici bakış bir yana, odundan az biraz hallicedir sizinki. Burnu akar, ayağı kokar. Gece horlar.”

“Mükemmel olan bir yerde sizi bekliyorken, bununla ne işim olabilir ki dersiniz. Oysa bu bir aldatmacadır ve tatminsizlikten başka bir şey getirmez.”

Başka bir katılımcı “Peki” dedi, “İşimizde kalabilmek için pek çok işleve sahip olmamız gerekiyorsa, bir ilişkiyi sürdürebilmek için de mi gerekiyor bu?”

“Birlikte olacağınız kadından hem bakımlı, hem kariyer sahibi, hem iyi bir anne, hem her şeyi konuşabileceğiniz bir dost, hem de yatakta iyi olmasını istemez misiniz? Sorun şurada ki, bu niteliklere sahip birini, Nicole ve Angelina’nın orada bir yerde sizi beklediklerini sanıp görmezden gelebilirsiniz. Oysa aktristlerin tek amacı size sizin istediğiniz gibi GÖRÜNMEKtir.”

Sanırım ben bir konferansta konuşmaktan çok, sorulara yanıt vermeyi seviyorum. Soru varsa öğrenme süreci başlamıştır…

AKLIMDA KALAN

Steve Jobs’un “Vay canına… Vay canına…” sözleri: Ölmeden önce sevdikleriyle vedalaşmış tek tek. Birden ölmek mi iyidir, her şeyi yarım bırakarak? Yoksa Jobs gibi kendi başladığı tüm cümlelerin sonuna noktalar koyarak veda edebilme zamanı bulabilmek mi? Bu sorunun yanıtı yok, varsa da sürekli değişebilir yanıt olur bu. Hayatı “ölüme karşı bir stratejiler bütünü” olarak tanımlayan ben, Jobs’un veda ederken üst üste “vay canına… vay canına…” demesine takıldım kaldım. İnsan, yalnızca inanılmaz ama gerçek olan, yapılamaz ama yapılmış olan karşısında şaşkınlıkla “vay canına” demez mi? Jobs gibi. Ya da bilinen tüm yolları tükettikten sonra başardığında sırtını sıvazlamak, başaramadığında kadere kızmak için… Jobs gibi. Yaşarken koltukta geriye doğru yaslanırken elimizi ensemize uzatarak demez miyiz? Ya da ölürken bir boşluğa bakarak… Jobs gibi…