Nuran YILDIZ

BEHZAT Ç. FESTİVAL FİLMLERİNE DÖNMÜŞ

----- 16.11.2011 - 07:30 -----

Tamam, Ankara Üniversitesi kampüslerini Behzat Ç.’nin çekim platosu olarak kullanmalarına izin vermedim. Bir cinayet dizisinin üniversite ortamında çekilmesini doğru bulmadım.

Mekan izni vermemek başka, diziyi keyifle izlemek başka. Behzat’ın sistemi eleştiren duruşuyla, esprileriyle ve müthiş finaliyle ilk sezonu tadını damağımızda bırakarak bitti.

Ne olduysa ondan sonra oldu.

Dizi yapımcısı, tıpkı futbolcu menajerleri gibi düşünmeye başladı. Menajerler çıkış yakalayan futbolcu üzerinden en kısa zamanda kazanabileceği kadar çok para kazanmaya bakar. Uzun dönemli kariyer planı yapmaz. Futbolcular da yok olur gider.

Behzat Ç. ekibi de zirveye çıkınca, tüketim çarklarının içine düştü, kısa günün kârı odaklı, aptal tüccarlara döndü. Behzat’ı film yaptılar. Üstelik “Seni Kalbime Gömdüm” gibi kötü ve dizinin felsefesine ters bir adla.

Filmi pazarlamak için oyuncular o kanal senin, bu gazete benim dolanıp durdular. Sıradan, halktan, doğal karakterler birer medya figürüne dönüştüler. Tüm sihirleri uçup gitti.

Damağımızda yarım kalan tatla dizinin yeni sezonunu bekleyen Behzat’kolikler, eşe dosta haber verdik, ekran başına yerleştik.

Sonuç: Çoğumuzun içine daral geldi. Uzun, ağdalı sahneler. Bunalımda sürüklenen bir Behzat.

Bir kızı, diğer kızını öldüren adam bunalmayacak da ne yapacak diyeceksiniz. İşte o zaman dizi, bunalımlı festival filmlerine benzer.

Behzat’ı oynayan Erdal Beşikçioğlu demiş ki “Yeni sezonda daha sert bir Behzat izleyecek seyirci. Sevmeyebilirler, biz bu diziye başlarken de sevilmeyi beklemiyorduk.”

Ne kadar yanlış bir bakışaçısı. Bu bakışaçısı dizi ekibinde de var ki, gidişat kötü.

Diziye ilk başlarken, yeni bir karakter yaratırken alabildiğine özgür olabilirsiniz. Ancak karakter güçlenir, seyircinin zihninde kendi başına bir varlığa dönüşürse onun üzerinde oynama özgürlüğünüz eskisi gibi değildir.

Seyirci “sert Behzat”ı sever. Kendi isyanını dışa vuran bir karakterde kendini bulabilir. Behzat karizması buradan besleniyor zaten. Ancak. Seyirci “bunalımlı” karakterden hoşlanmaz. Kim kendi bunalımını aynada görmek ister ki?

Bunalım, seyirci sayısı sınırlı festival filmlerinin başrolünde oynayabilir. Televizyon dizileri ise iç gerilim ister.

İlk bölümden sonra konuştuğum kim varsa aynı şeyleri söylüyordu: Cinayetten şüpheli bir komiser işinin başına dönemez. Onu temize çıkaracak bir video kaydının aniden ortaya çıkması, eski Yeşilçam filmlerinde bile espri konusudur. Bunalım ise Behzat’ta hiç iyi durmuyor.

Sempati yerini eleştiriye bırakacak gibi görünüyor.

Kısacası, dizi ekibi girdiği havalardan bir an önce çıkıp yeniden “Biz iyi bir iş yapalım da o iş seyircisini bulur” anlayışına dönse iyi olur.

AVRUPA YENİDEN FORMATLANIYOR MU?

Uzun zamandır televizyonlardaki tartışma programlarına hiç bakmıyorum. Ne dediği, ne diyeceği baştan belli adamların, basmakalıp düşüncelerini izleyecek kadar değersiz değil zamanım.

Ama geçen akşam, zaplarken ilginç bir cümle yakaladım, durdum. Konuşan Oğuz Satıcı’ydı. “Avrupa bir kırılma noktasında” diyordu, “bu kırılma yeniden formatlanmayı beraberinde getirecek.”

“Yeniden formatlanma” kavramı ilgimi çekti, dikkat kesildim. Satıcı “Avrupa’nın yeniden formatlanmasının iki boyutu olduğunu” da söyledi: “Avrupa’nın yeniden şekillenecek olması ve zayıf siyasetçilerin hızla tavsiye olması.”

Oğuz Satıcı’nın öngörüsü anladığım kadarıyla ciddi bir analizin sonucu. Ekonomik sızlanmalar beklediğim bir işadamının sağlam bir siyasi analiz yapmasına şaşırabilirdim, Satıcı’yı tanıdığım için hiç şaşırmadım.

AKLIMDA KALAN

“Munyar’ın Güllüoğlu aşkı nereden geliyor?” sorusu: Sorunun yanıtını gerçekten merak ediyorum. Vahap Munyar’ın Hürriyet’teki köşesi “Güllüoğlu köşesi” oldu olacak. Neredeyse her bayram bir Güllüoğlu Baklavaları methiyesi düzüyor. Durum öyle bir hal aldı ki, artık bayram falan da beklemiyor. Yazı başına her oturduğunda “Bugün Güllüoğlu için ne yazsam” diye düşünüyor, bulamayınca da başka konulara geçiyor sanki. Tamam, köşelerin ticarileşmesine alıştık da, Vahap Munyar gibi bu medya düzeninde prestijini korumayı başarmış bir gazeteci bir tatlı markasına neden bu kadar ilgi gösteriyor? Bilen var mı?