Nuran YILDIZ

“I WILL ALWAYS LOVE YOU…”

----- 13.02.2012 - 10:36 -----

Çoğumuzun ilk aşklarının fon müziğiydi.

Çoğumuzun ilk öğrendiği İngilizce 5 sözcüktü bu: “I will always love you…”

Çoğumuz anlamını bile bilmeden çok sevdik.

O kadar içtendi ki, yüreğimizin dokunmadığı hücresi kalmıyordu.

“Seni daima seveceğim…” Ya da “Sana daima aşık olacağım…”

O kadar kararlıydı ki söylerken, daima sevecekti, şüphe bırakmıyordu.
Üstelik söylemekle kalmıyordu. “Bodyguard” filmiyle gösteriyordu da..

Neden bu şarkıya en güzel aşk şarkısı dedik ve neden onu söyleyen Whitney Houston’u bu kadar çok sevdik?

“İkinci bir şarkısının adını söyle” deseler, hangimiz söyleyebilir?

Çünkü, o bize ideal bir durumu anlatıyordu: Birini daima sevmek! Birine daima aşık olmak! Daima!

Oysa bu mümkün değildi. Çünkü sevmek, aşk, “an” için geçerliydi. Öncesi ve sonrası yok. Biliyorum bu bilgi acımasız, ama öyle.

Severdik, kırılırdık. Severdik, uzaklaşırdık. Severdik, özlerdik. Severdik, kavuşurduk biterdi.

Zaman, aşk için en acımasız mezarcıydı, yüreğin derinlerine gömerdi…

Daima sevmek! Gerçek değildi, yalnızca idealdi. Onun için sevmeyi her gün yeniden üretmek gerek.

BİR 14 ŞUBAT YAZISI

Üç yıl önce, Habertürk’te yazdığım bir yazı o günler için okunma ve yorum rekoru kırmıştı. O yazıyı kısaltarak yeniden paylaşmak istiyorum:

Bir akşam. Ankara’da küçük bir meyhane. Tüm masaları dolu. Bizim masada üç kişiyiz. Ben ve iki dünya tatlısı adam. İkisi de çok yakışıklı. Yan masalardaki kadınların bakışlarından biliyorum bunu.

Üstelik arkadaşlarımın ikisi de romantik. Durum gerçek üstü yani. Sohbetin en koyu yerinde, adamlardan biri cebinden bir kağıt çıkarıp önüme koyuyor.

“Oku bunu” diyor.

“Oku” denen yazının başlığı “Birinin kadını olmak.” Kendisini “birinin bir şeyi olmak” olarak konumlanmaktan ve konumlayanlardan zerre hazzetmeyen ben, başlığı görünce irkiliyorum. Başlıktaki “mülkiyet” hissi acayip itici geliyor.

“Oku” diyen o kadar içten ki isteğine itaat edip okuyorum. Hoş bir adamın cebinden çıkan o yazıyı kısaltarak sizlerle paylaşıyorum, yazanın yüreğini sevdim:

“Birinin kadını olmak…

Başka hiç kimse tarafından dokunulmamak, konuşulmamak, bakılmamak hatta ! Biraz korunmak, biraz şımarmak…

Birkaç çeşit yemek yapmak, İstiklal Caddesinde sıkı sıkı elini tutmak, belki film izlemek ama mutlaka çekirdek çitlemek, bi yerlerde çay içmek, pazar kahvaltısı yapmak uzun uzun, sahilde yürüyüş yapmak gibi küçük ama zor heveslerim var!

Neden mi?

Herkesin eli tutulmaz. Herkesle film seyredilmez. Herkesle çekirdek çitlenmez. Herkesin kadını olunmaz da o yüzden!

… Kek yapmayı da öğrenmek lazım aslında bi ara!

Sabahları uyandığımda “günaydın sevgilim” mesajlarını görmek istiyorum telefonumda. Gün içinde özlediğim birisi olsun istiyorum.
Özlemek istiyorum birini. Çok özlersem dayanamayıp gidip sarılmak istiyorum. Dayanamamak istiyorum!

Çalışırken, düşünmek istiyorum onu! Aklımda olduğu için gülümsemek istiyorum ara ara… Gülümsediğim için daha çok çalışmak…

Biri o kadar çok sevsin ki beni, hatalarımı da sevsin istiyorum! O kadar çok sevsin ki; hata yapmaktan ödüm kopsun!

Kıskansın istiyorum biri beni! Sorsun istiyorum “neredesin” diye, “Hımm kim aradı bakayım” diye! Ben sormam ama, korkmasın. O sorsun!

… Şimdi ben istesem İstiklal Caddesinde birinin elini tutup gezemem mi?

İstesem benimle çekirdek çitleyip aynı anda film setretmeyi başarabilecek birini bulamam mı bi arasam?

Şimdi ben yalnız olmak istemesem, yalnız olur ve bunları da yazıyor olur muydum?

Hiç sanmam!

Birinin elini tutmakla, birinin elini, sıkı sıkı tutmak arasında çok fark var! Ya tutarsın ya da tutmazsın ya da, tutmuş gibi yaparsın işte.

Ben yapmam!

Bunu zaten bilirsin. Kimin elini tutacağını yani. Deneyerek bulamazsın. Sadece bilirsin.

Ve ben elini sıkı tutmayacağımı bildiğim hiç kimseyle İstiklal caddesine gitmeyeceğim!

Heyecanla ve özene bezene olmadıktan sonra kimseye yemek yapmayacağım!

Repliklerin bir anlamı yoksa, kimseyle film seyretmeyeceğim.
Zaten çekirdeği unutsun bile, asla olmaz!

Birinin kadını olmak istiyor canım; biraz konuşmak, biraz şımarmak…

Çekirdek mutlaka olsun!”

AKLIMDA KALAN

Kötü bir sevgililer günü sürprizi: Yakın çalışma arkadaşlarımdan birinin başına gelmiş. Anlattı. O anlattıkça ben gülmekten öldüm. 5 yıllık bir erkek arkadaşı var(dı). Evlilik beklentisine girildiği günler. Sevgililer gününden bir gün öncesi, bizimki duramamış sormuş: “Bana hediye olarak ne aldın?” “Çok seveceğin bir şey” demiş erkek arkadaşı. “Gerçekten mi?” diye sevindirik olmuş bizimkisi, aklına tek taş düşüvermiş. “Evet ama” demiş sevgili, “çok küçük bir şey…” Bizimki artık tek taştan yüzde bin emin, “Olsun” demiş. “Küçük olmasına küçük ama çok parlak” diye eklemiş sevgili. Bizimki ertesi gün alacağı “tek taş” alyansın hayaliyle evinin yolunu tutmuş. Ertesi gün sevgili, pek de küçük sayılmayacak bir paketi bizimkinin eline tutuşturmuş. Karşılığında bolca öpücüklerini almış. “Herhalde” diye geçirmiş içinden bizimki “yüzük kutu içinde kutu şeklinde paketlenmiş.” Paketi hızla açmış, bir de ne görsün! Kutunun içinde bir tane aynalı, disko topu! Bizimki büyük hayal kırıklığını belli etmemeye çalışmış. Bana göre o ilişkinin bitiş süreci de o gün başlamış. Şimdi bizimkinin başka bir sevgilisi var. “Hadi” diyorum “sorsana sevgiline sevgililer günü için sana ne almış?” Bizimki kararlı. “Sorar mıyım bir daha, ne çıkarsa bahtıma” diyor….