Nuran YILDIZ

SELİM İLERİ, BİZ GERİ

----- 13.04.2012 - 00:01 -----

Çok okunan bir roman yazarı olsaydım. Kitaplarım çok satanlar listesine girseydi. Popüler kafelerde köşem, ünlü kişilerden dostlarım, patronlar dünyasından arkadaşlarım olsaydı.

Para kazanma derdi yaşamasaydım, yayınevleri kuyruk olsaydı telefonun öbür ucunda.

Her yerden bir ödül gelseydi. Saymakla bitiremeseydim.

Kendimi yüksek bir tepeye çıkmış gibi hissederdim kesin. (Okurların gönlünden daha yüksek tepe mi olur?)

O tepeden, aşağıda uzayıp giden ovaya bakardım, ağaçlara, derelere bakar gibi bakardım hayata.

Hayatı ince ince süzerdim.

Ağzım güzel laf yapıyorsa bir de…

O süzdüğüm hayatın sözcükleri gelip düğümlenirdi boğazıma.

Ödül almak için çıktığım kürsüden dinleyenlerin gözlerinin içine baka baka derdim ki:

“Bir hayattan çıkardığım özet şu…”

Mesela Orhan Pamuk’un “Babamın Bavulu” konuşması gibi…

Mesela Nuri Bilge Ceylan’ın “Yalnız ve güzel ülkem” demesi gibi…

Ama asla ve asla Selim İleri gibi, bedenimi hafifçe kamburlaştırarak minnet sunar gibi eğilip… (Tevazudan mı? Hadi canım!)

“Bu geceyi yaşattığınız için Aydın Doğan Vakfı’na, benim ve benim gibilerin iddiasız edebiyat mücadelesini onurlandıran seçici kurula teşekkür ederim” içerikli bir konuşma yapmazdım.

“İddiasız” ne demek? Bir yazar iddiasız olabilir mi?

“Onurlandıran” mı? İyi bir yazar yazdıklarıyla ancak ve ancak okurlarını onurlandırır. Seçici kurulların kararlarıyla onurlanmaz.

Önemli bir yazarın, önemli bir gecede söyleyecek sözleri olmalı. Topluma ve okurlarına karşı sorumluluktur bu.

O DA KADIN, BEN DE!

Sabahın körü. Gerçekten! Saat 07.30! Trafikteyim. Kırmızı ışıkta gözüm yanda duran arabanın sürücüsüne takılıyor.

İlk aklımdan geçen şey “Bu saatte bu kadar makyaj yapmak için acaba kaçta uyanıyor” merakı oluyor. Öyle özenli bir makyaj ki anlatılır gibi değil.

Gayri ihtiyari elimi yüzüme götürüyorum, krem sürmeyi bile unutmuşum uyku sersemliğinden.

Onun saçları yeni kuaförden çıkmış gibi taralı. Benim saçlar bir siyah tokayla tepede tutturulmuş. Kendime kızıyorum.

Kulağındaki küpeler öyle göz alıcı ki, en son ne zaman küpe taktığımı düşünmeye zorluyor beni.

Sabah sabah, sigara dumanını öyle püflüyor ki havaya, sanki dünyayı yan arabadaki o kadın yaratmış.

Bense elimde, etrafı peçeteyle sarılmış bir portakalla boğuşma halindeyim.

Ofise girerken “Lanet olsun, o da kadın, ben de!” diye tıslıyorum. Bizimkiler söylediklerimden bir şey anlamıyor.

MEDYA DEDİKODUSUNA EK

Talat Atilla’nın köşesinde okuduk, bir gazetenin köşe yazarıyla, aynı gazetenin başka köşe yazarının kızı birlikteymiş.

Talat’ın işaret ettiği gazetedeki köşe yazarlarının hangisi aklıma geldiyse canım sıkıldı. Benim bildiklerimin kızlarının en büyüğü 18 yaşındaydı!

Yaşlı bir köşe yazarıyla, gencecik bir kız fikri bana ahlaksızca geliyordu. Neyse ki öğrenince rahatladım. Köşe yazarının kızı evlenmiş boşanmış, orta yaşa yakın bir kadın.

Üstelik sevgili olan yaşı ileri yazar, kızın babası olan yazara gitmiş ve “Seninle konuşmak istediğim bir konu var” demiş.

Kız babası uzatmamış, “Ne diyeceğini biliyorum. Konuşmaya gerek yok. Kızım mutlu görünüyor, önemli olan bu.”

İnsanın ne rahat babalar var diyesi geliyor ama, zaten hepimiz öyle rahat insanlar olduk ki, ruhumuza tecavüz etseler “Amaaan sen de” diyecek haldeyiz.

SAF VE BAKİR…

Kitap masamda duruyor. Güngör Uras’la yapılmış söyleşi kitabı: “Saf ve Bakir Anadolu Çocuğu”

Adı ilgimi çekiyor sadece. Kapağını açasım gelmiyor. Çünkü biliyorum hikaye saf ve bakir bir Anadolu çocuğuyla başlayacak, İstanbul’un tozunu attıran güçlü bir adamla bitecek.

Düşünüyorum. Filmleri saymazsak saf ve bakir Anadolu çocuğunu en son ne zaman gördük?

AKLIMDA KALAN

“Bir adamı ne bitirir?” Sorusu: Yanıtı çok basit. Adamın çevresinin onaylamadığı bir evlilik. Adam aşkın bacayı sardığını sanır. Kadın zehirli elmayı çoktan uzatmış olur. Adam o beraberliğin her zorluğun üstesinden geleceğini, sevdiği kadını kabul etmeyen arkadaşlarının, ailesinin, eşinin dostunun zamanla yumuşayacağını düşünür. Oysa hiç öyle olmaz. Hayatlar ayrılır. Bir tarafta yıllar yılı içinde biçimlendiği kalabalık kalır, bir tarafta iki kişilik bir yalnızlık. Mutsuzlaşma başlar. Yüzlerden okunur. Cem Yılmaz’ınki de öyle bir durum. Ne yapsın zavallı, her Türk erkeğinin bir İzmirli kız hayalinin kendisi için gerçek olduğunu düşündü. Oysa kızın nereli olduğundan çok, yakın çevrenin onayıydı önemli olan. Hem de Cem Yılmaz gibi etkileşimsiz yaşayamayacak biri için. Hayat. Herkesi güldürerek servet kazanıyorsun, kendini güldürmeyi başaramıyorsun…