Nuran YILDIZ

“GÜNDE 17 SAAT SU VERİLMEYEN…”

----- 30.07.2012 - 15:50 -----

Termometre 41 dereceyi gösteriyor. Ankara’da. Hava sıcak. Kara sıcak. İnsanlar bunalmış. Cinayete ramak ruhlar.

Ramazan. Oruç tutanlar gölge, serinlik derdinde. İftar saati bir yudum su için bekleniyor, karınlar aç tok fark etmiyor. Bir yudum su.

Susayan herkesin su hayali kendine özgüdür. Kimi cam bir bardak içinde hayal eder, buz gibi.

Kimi, akan suyu düşünür. Kimi gölgede uzayıp giden dereyi.

Ben suyu, içinde güneş parıltılarının dans ettiği bir tasın içinde hayal ederim. Bir de kulaklarıma dolan kuş sesleriyle, gölgeli bir dereye ayaklarımı salarım hayalimde.

En güzel iltifat sözüdür, “Su gibisin…”

En güzel sorudur, “Su ister misin?”

Öyle olduğunu sudan mahrum olmadan bilmeyiz.

Her şeysiz olunur, susuz olunmaz. Tüm canlıların belki de tek ortak noktası suya olan gereksinim.

Oruç tutmak… Nefsin terbiyesiyse eğer, açlıktan çok susuzluktur aslolan. Sudan yoksun kal. Susuzluk sana önce canlı olduğunu, sonra insan olduğunu, sonra yoksun kalmanın ne demek olduğunu anlatır.

Diyanet’in web sayfasında “Oruç, yoksulların durumunu daha iyi anlamaya, dolayısıyla onların sıkıntılarını giderme yönünde çaba sarfetmeye vesile olur” diyor.

Sahurdan iftara kendi rızasıyla susuz kalmak en büyük sevaplardan ise inananlar için, bir insanı, bir canlıyı kendi rızası dışında sudan yoksun bırakmak da en büyük günah olmuyor mu o zaman?

Soner Yalçın’ın Avrupa Parlamentosuna yazdığı mektubunda yer alan “Günde 17 saat su verilmeyen…” ifadesinin vicdanda yer bulması için kaç ay oruç tutmak gerekiyor ki?

“Günde 17 saat su verilmeyen…”

Soner’in mektubunda geçen bu ifade çarpıyor mu insanlığımıza?

Bu ülkede Genelkurmay Başkanlığı yapmış İlker Başbuğ’a 3 günde bir su verildiğini biliyor muydunuz? Bunu öğrendiğim günden beri soruyorum: Bir insanı, bir canlıyı sudan mahrum edip nasıl rahat uyunur? Gözü, kulağı olmayan vicdan mı olur?

Soner sormuş mektubunda: “Kimse var mı orda?”

Ben soruyorum: Su isteyen insanı (canlıyı) sudan mahrum etmeye izin verebilecek bir inanç sistemi var mı yeryüzünde?

Gazetelerde Taylan Kümeli, SEK ilanlarında yeterli sıvı tüketiminin öneminden bahsediyor boy boy. Sinirim bozuluyor.

KİRLİ ENTELEKTÜELLER

“Kirli entelektüeller”den yana şansı boldur ülkemizin. Ekranların onların her türlüsüne vitrin olmasına alıştık bir zamandır.

Fransız düşünür Bernard-Henry Levy, Esad’ın gitmesi için yapılacakları sıralamış. Türk ordusundan medet ummuş falan. Ki bu Levy, Kaddafi’nin linç edilmesi sürecinde tasarımcı olarak rol almış kişidir.

Siyasetin tasarımında kirli entelektüellerin rolünü anlamak açısından Kaddafi örneği önemlidir. Demokrasi ve özgürlük üzerine eserleriyle bilinen Benjamin Barber’ın, Kaddafi’nin “Devrim Libya’sının halk tarafından sevilen, popüler, entelektüel ve bilge bir halk adamı” olarak tanıtılması için ücret karşılığı yazılar yazdığı 2011 Şubat’ında ortaya çıkmıştı. Barber bu bilgiyi doğruladı.

Ünlü akademisyenlerden Joseph Nye da Barber’la aynı durumdaydı. Kaddafi’nin olumlu imajının yayılmasında, London School of Economics’e yapılan 1,5 milyon poundluk bağış aracılığıyla Anthony Giddens da bulunuyordu.

Aynı saygın (!) entelektüeller, Kaddafi’nin lincine giden süreçte de “melek” dedikleri Kaddafi’yi “şeytan”lıkla suçluyorlardı.

Bilginin değil paranın yönlendirdiği bu kirli entelektüellerin Türkiye’deki örneklerini de hepimiz biliyoruz. Wikileaks türü sızdırmalar bugün başkalarını yazıyorsa da, yarın da bizimkileri yazar mı dersiniz?

HUKUKÇU OKUR ARIYORUM

Ülkemizin önemli kurumsal web sitelerini hack’leyen Redhack, savcılık tarafından “terörist” ilan edilmiş.

“Biz sadece bir avuç dürüst insanız fakat buna rağmen böyle bir dünyada zenginlerin koyunu, sistemin uşağı olmaktansa, terörist olarak anılmak bizler için onurdur” diyorlar.

Güzel ama gerçekleştirilmesi olanaksız bir amaç.

Okurlarım arasında iyi hukukçular olduğunu biliyorum. Şimdi onlara soruyorum: Terörist ilan edilen Redhack sempatizanı olmak suç mudur?

KÖTÜ YOL

Tv dizisi yapmak için, içine edilen Türk romanları arasına Orhan Kemal’in “Kötü Yol”u da girdi.

Dizilerde reyting abartıyla gelir. İyi karakter sonsuz iyilikle dolu, kötü karakter bir cani kıvamında olmadıkça reyting yoktur. Reytingin iki anahtarı vardır: Abartı ya da samimiyet (onun da abartılısı).

Orhan Kemal’in “Kötü Yol” romanında, kötüler de bir ölçüde vicdan sahibidir. Kahramanlarında iyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi vardır. Adaşım olan baş kadın karakter Nuran’ı kötü yola düşüren Reşat, bunun vicdani rahatsızlığını yaşar.

Kötü adam Osman, kaçarken evine girdiği kadına kötülük yapılmasını istemez. Üstelik üvey kızına karşı da iyidir.

Bir dizide bu karakterleri vicdanlarından temizlesen Orhan Kemal’e yazık, temizlemesen reyting zor. Zaten anladığım kadarıyla diziyle roman arasında isminden başka benzerlik yok. Varislerini bu roman katliamına izin vermeye ikna eden meblağ ne kadardır acaba?

AKLIMDA KALAN

Ölü yiyiciler: Şimdi de Marilyn Monroe’nun ölü yiyicisi çıkmış ortaya. Efsane sarışın hakkında bir kitap yazmış. O kitaba göre MM lezbiyenmiş. Öyledir ya da değildir, beni çileden çıkaran şey ölmüş biri hakkında yazılmış anı kitaplarıdır. Önemli bir siyasetçi, sanatçı ya da pop ikonunun ölümünün ardından kitap yazanlar, güya gizli kalmış şeyleri ortaya saçanlar bana göre ölü yiyicidir. Ölülerden beslenirler. Nasılsa ölenin ağzı varsa da toprak altında, dili yok. Kendini savunamaz. Yanlışı düzeltemez. Yalana, uydurmaya itiraz edemez. Uydur uydurabildiğin kadar. Bu tür kitapları alıp, ciddiyetle okuyanları da anlamam olanaksız.