Nuran YILDIZ

SAVAŞA KARAR VERİRKEN ÇOCUĞUNUZU DÜŞÜNÜN

----- 09.10.2012 - 04:00 -----

Bir anne anlatıyor. Anne kim? Önemi yok.

Ülke neresi? Zaman ne? Önemsiz.

Yaşadığı acı her şeyi eşitliyor. O, saklandıkları binaya açılan ateş sırasında oğlunu kucağında kaybetmiş bir anne. Sadece.

Okuyacaklarınız tamamıyla gerçek.

Oğlu onuncu sınıf öğrencisiydi. Daha 16 yaşında bile değildi. Önce ateş açmışlar üzerlerine. Ardından gaz saldırısı. Oğlunu kollarının arasına almış, sıkı sıkı tutmuş. Korumak istemiş. Başaramamış. Ateş kesildiğinde baygın hastaneye kaldırılmış. Hastanede kendine gelince oğlunu aramaya başlamış. Günler sonra onu bir morgda bulmuş. Kafasında iki kurşun deliği varmış oğlunun. Devamını şöyle anlatıyor anne:

“Hayat benim için orada (morgda) bittiğinde, sadece daha önce neyi kararlaştırmışsam onu yaptım. Soğukkanlılıkla herkesten cesedin buzdolabından getirilmiş olduğu odayı terk etmesini istedim.

“Oğlumla yalnız kalmak istiyordum. Buna önceden karar vermiştim. Ölmeden önce ona bir söz vermiştim. Orada sıkışıp kaldığımızda, hayatının son gününün son anlarında, geceleyin, gaz saldırısından birkaç saat önce bana ‘Anne muhtemelen ben buradan sağ çıkamayacağım. Anne eğer bir şey olursa, bu neye benzeyecek?’ dedi.

“Ona şöyle cevap verdim: ‘Hiç bir şeyden korkma. Burada hep birlikte olduk, orada da hep birlikte olacağız.’ O, ‘anne, ben seni orada nasıl tanıyacağım?’ dedi. Ben de ona, “elin hep elimde olacak, böylece orada birbirimizi bulacağız, el ele tutuşurken. Birbirimizi kaybetmeyeceğiz. Sadece elimi bırakma, sıkı sıkı tut’ dedim.

“Sonunda ne oldu işte. Kendimi onu aldatmış gibi hissettim. O sağken hiç birbirimizden uzakta olmadık. Hiçbir zaman. İşte bu yüzden onu morgda bulduğumda soğukkanlıydım. Hayatta olduğu gibi ölümde de birlikte olacaktık.

“Morgda onunla baş başa kalınca ona şöyle söyledim: ‘İşte, artık üzülmene gerek yok. Seni buldum ve oraya seninle birlikte olmaya geliyorum.’ Onu hiç aldatmadım. Yan kapıdan çıktım. Bir arabaya bindim. Nehrin üzerindeki en yakın köprüye gittim ve köprüden atladım. Fakat boğulmadım. Nehirde yüzen buz kütleleri varmış, onların arasına düşmüşüm.

“Elbette bu durumla baş edebilmek için elimden geleni yapıyorum, ancak ben bir ölüyüm. Onun orada bensiz ne yapabildiğini bilmiyorum.

“(Saldırıdan az önce, bulundukları bina ateş altındayken) Oğlumu kollarımın arasına aldım. (…) O saatler boyunca tek dileğim onu korumak olduğu halde…

“Bana son söylediği sözler şunlardı: ‘Anne, eğer bir şey olursa seni o kadar çok hatırlamak istiyorum ki.’

“Bunu oğluma savaş yaptı…”

Bunları anlatan anne artık yaşayan bir ölü. Oğlunun elini tutmak için ölmek istiyor, birkaç kez deniyor. Ölemiyor. Çektiği acı dayanılır gibi değil.

Başkalarının acısını anlamayı beceremediğimiz için “savaş” sözcüğünü kolay kullanabiliyoruz. Şimdi o annenin başına gelenlerin anne ya da baba ya da kardeş olarak sizin başınıza geldiğini düşünün.

Hangi gerekçe, çocukların öldüğü bir savaşa haklılık kazandırabilir? Filler istediği kadar tepişsin, biz çocuklarımızın kollarımızda ölmesi için değil, mışıl mışıl uyumaları için savaşın sözünü bile etmemeliyiz.

Biz, “Yurtta barış, dünyada barış” sözünü şiar edinmiştik, hızla bunu hatırlamalıyız.

İKİ FİLM

Roma’ya Sevgilerle: Cebinde her zaman açık bir Roma bileti olan birine, arkadaşı telefon eder. “Bu filmi izleme, soluğu Roma’da alırsın.”

Soluğu Roma’da değil ama filmin oynadığı sinemada aldım.

Woody Allen, eleştirilerinin yanına Roma’yı koymuş. Warhol’un “Herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” sözünü hatırlatırcasına, ünlü olmak üzerinden çarpıcı bir medya eleştirisi yapmış. Operayla dalgasını geçmiş. “Ün”ün, kel ve göbekli bir erkeği bile karizmatik ve seksi yapmasını ti’ye almış.

Woody Allan, nefes kesici Roma manzarası eşliğinde en iyi filmlerinden birini çekmiş.

Toprağın Çocukları: Gittim. Tam tahmin ettiğim gibi seyircisizlikten kalkmak üzereydi. Salonda 7 kişiydik.

Yönetmenin konu seçimi iyi, işleyiş biçimi öylesine gibiydi.

Müzikler filmin ruhuna uymamıştı. Köy Enstitülerini kuran Hasan Ali Yücel’in yok sayılması, İsmail Hakkı Tonguç’la sınırlandırılması büyük eksiklikti.

Yine de tarihimizin sahipsiz kalmış sayfalarından birini aralaması önemliydi. Cesurcaydı. Keşke daha çok insan bu filmi görseydi.

TAM SEVİNİYORDUM Kİ…

Tam, Alex krizi Aziz Yıldırım’ı götürür sanmıştım. Sevincime ramak kalmıştı.

Aziz Yıldırım esip gürledikçe “Bitti bu iş, artık kimse onu başkan olarak tutmaz, tutamaz” diyordum ki…

Birden her şey fazlasıyla planlıymış gibi gelmeye başladı.

“Alex’in evinin önüne kadar nasıl gelebilmiş onca taraftar?” sorusuyla uyanır gibi oldum.

Gazetelerdeki, televizyonlardaki konuşmalar, açıklamalar sanki hep daha önceden planlanmış gibiydi. Tuhaf kaçacak kadar organize.

Bir senaryonun içinden geçiyormuşuz hissine kapıldım ve ağzımdan “Umarım Aziz Yıldırım gitmez” lafını çıkardım.

Öyle ya, bir adam gidecekse onu sağlıklı oluşmuş kamuoyu göndermeli, öyle hile, hurdayla oluşturulan kamuoyuyla gitmesi olmaz.

AKLIMDA KALAN

Twitter rezaletlerinde son perde: İşte beklediğim cümle buydu. Alex basın toplantısında ağzından çıkardı: “Twitter’ı yanlış kullandım.” Özeleştiri gibi söylediği cümle, son zamanlarda şöhret yönetiminin en büyük riskine işaret ediyor. Benim “dışavurum kanalizasyonu” olarak tanımladığım Twitter ortamında “iletişim” kurduğunu sananlar büyük yanılgı içindeler. Son örnek Alex ama daha önce de Fazıl Say aynı sorunu yaşadı. Dünyayı Twitter’dan ibaret sandı. Oraya yazdığı yazılar başını ağrıttı, canını sıktı. Alex-Kocaman-Yıldırım krizinin ortasından Twitter’ı çıkarın, Alex’in orada yaptığı açıklamaları çıkarın geriye kriz için gerekçe kalmıyor. Twitter geyik muhabbetine uyar, ciddi meselelerin ortamı değildir. Bizimkilerin Twitter’la ilişkisi, görmemişin oğlu olmuş, çekmiş şeyini koparmış durumunu andırıyor.