Nuran YILDIZ

SIR KÜPÜ

----- 17.01.2013 - 00:01 -----

“Sır” nedir? Yanıtını arkadaşlarımla hep tartışırız. Tek kişinin bildiği midir, iki kişinin bildiği mi?

Arkadaşlarıma göre “Sır tek kişiliktir. İki kişi bilirse sır olmaz.”

Bana göre “Tek kişinin bildiği sır değildir, sır bir kişiyle paylaşılması gereken şeydir. Bir şeye sır diyebilmek için söyleyen ve dinleyen birer kişi gerekir.”

“Küp” ise aklıma Taviani kardeşlerin muhteşem Kaos filmini getirir. “Küp/Kavanoz” (The Jar), kendi içinde alt başlıkları olan filmin en çarpıcı bölümüdür.

Kasabanın zengin adamının kırılan dev küpünü yapıştırmaya çalışan kambur usta, işe kendini öyle kaptırır ki iş bittiğinde kendisi küpün içinde kalmıştır. Çıkmak için küpü kırması gerekir, kırarsa da parasını ödemek zorundadır. Ödeyecek parası olmayınca da zor ikilem.

MİT müsteşarı Hakan Fidan haberleri hep bu iki sözcüğü aklımda birleştiriyor: Sır küpü.

Önemli bir tarih noktasında. Çapraşık politikalar ortasında. Her şeyi bileceksin, hiç kimseyle konuşamayacaksın. Çoğu zaman en yakın arkadaşınla bile. Ve asla evinde, ailenle konuşamazsın.

Her kafadan bir ses çıkarken. Çoğunun saçmaladığını düşünür, yutkunmak zorunda kalırsın. Kiminin işkembeden atışına gülesin, kiminkine ağlayasın gelir. Dişini sıkarsın.

Bir tek Başbakanla konuşabilirsin, onun atadığı bürokrat olduğundan. Onunla da kişisel sıkıntılara girmen mümkün değil.

Yaptığı işe katılırsınız katılmazsınız, onaylarsınız onaylamazsınız, kendinizi Hakan Fidan’ın yerine koyun. Çene ishaline tutulmuş bu ülkede, susmanın zorunluluğu ne ağrılı bir ruh halidir…

İyi dilek: Tanrı kimseyi sır küpü yapmasın.

FATİH ALTAYLI’YA ÖZÜR BORCU

Önceki yazımda Fatih Altaylı’nın analiz sayılamayacak, kişisel cümlesini genelleyerek “bu analizlerle işadamı ve siyasetçileri etkilediklerini düşününce ağlayasım geliyor” demiştim.

Genellemeler tehlikelidir. Bu genelleme de özür gerektirdi.

Geçmiş defterleri karıştırmaktan hoşlanmam ama, Fatih Altaylı, gazetesinde köşe yazmamı isteyen ilk kişidir. “Düzenli yazamam” dediğimde yazacağıma inanan kişidir.

Fatih Altaylı, Habertürk’ün hazırlıkları sırasında “Haftada 5 gün yazmanızı istiyorum” diyecek ve beni buna ikna edecek kadar yazılarıma değer veren kişidir.

Patronlarının aksine bana ve yazmam gerektiğine inanmış, ancak bunu sağlayamamış olması önemli değil.

O Fatih Altaylı’yı, Nazlı Ilıcak ve Mehmet Altan’la aynı kefeye koymamam gerekirdi. Kendisinden okurlarım ve özellikle medya kamuoyu önünde özür dilerim.

BÖYLE DE SÖYLENMEZ Kİ!

İtalyan erkek dergisi Max, “Gay misiniz?” diye sorunca, George Clooney’nin yanıtı “Kimseyi ilgilendirmez!” olmuş, iyi mi?

Ne saçma, ne umursamaz, ne kibirli bir yanıt bu! Clooney’nin gay olup olmadığı, hastası olan tüm kadınları ilgilendirir. Gay ise, milyonlarca kadının hayal kırıklığından sorumludur.

Milyonlarca erkeğe ise “Aha işte, George! George! diye ölüp bitiyordun, sana müstahak” deme huzurunu sunar.

Erkekleri benim gibi “George ve diğerleri” diye ikiye ayıran kadınlar için bu soru magazinel bir meraktan çok daha fazlasıdır.

Üzgünüm George, “Kimseyi ilgilendirmez” deyip geçemezsin. Gay isen ağlayacağız, değilsen umut etmeye devam edeceğiz.

AL GÜLÜM VER GÜLÜM

Fatih Terim’in kızı, “Terim’in kızı Buse” etiketinde beis görmemiş, kişisel takıldığı “moda blogu” yazarı olmuş. Her yerde o var. Buse’nin hedef kitlesi çok su kaldırır orası doğru.

Benim gibi tuhaf tipler, nerde fazla poh poh varsa, orada kayda değer bir şey yoktur fikrine sabittirler.

Şimdi de “Terim’in kızı Buse”, “İntikam” dizisinin stil yorumcusu (ne demekse ya da ne saçmalık!) olmasın mı?!

İlk işi tüm dizi oyuncularına tam not vermek olmuş. Evet, evet aklınızdan geçeni anlıyorum, utanacağımız şeylerden böbürlenir olduk.

Geçenlerde de Mustafa Denizli’nin damadının Nişantaşı City’s’de açılan Mahalle’nin tasarımcısı olduğunu öğrenmiştim. Beğenen olmamış, bunu söyleyebilen de çıkmamıştı.

Ne var ya, ne oluyor? Bütün yetenekli tipler “çakma seçkin” teknik direktörlerimizi mi buluyor?

Biri bana tesadüf desin.

AKLIMDA KALAN

Neremizle severiz sorusu: Klasik geyik muhabbeti konusudur, insan başka insanı neresiyle sever? İki yanıt arasında gidip gelinir, kalbiyle mi, beyniyle mi? Özellikle konu aşk ise durum bir de bilimsel açıklama gerektirir ki, aşk ve bilim ne alakaysa… Uzun zaman bu soruya yanıtım “ikisi de değil”di. Yanıtı boşlukta bir soruydu bu. Bana göre. Kalp ne alakaydı, o yalnızca bedeni soluk alıp verir halde tutmak için kan pompalamakla meşguldu, aşk gibi karmaşık işlere girmeye vakti olmazdı. Beyin ne alakaydı, onca saçma sapan, beş para etmez insanları prens kılığına sokup, altlarına da beyaz at ayarlamak gibi akıl fikir dışı, mantıkla bağdaşmaz bir iş beynin tenezzül edeceği bir şey değildi. Sonra. Baktım ki gazetelerin üçüncü sayfaları “aşk”ın neden olduğu felaketlerle dolu. Aşk için ölen, öldüren, kıskançlıkla katliamlar yapan “insanımsı”ların fotoğrafı bana dedi ki, insan insanı ruhuyla seviyor. Ruh ne kadar hastaysa aşk da o kadar hastalıklı. Ruh ne kadar doygunsa aşk da o kadar dingin.