Nuran YILDIZ

TIP BİZE NE YAPIYOR?*

----- 11.03.2013 - 00:01 -----

Bu aslında büyük tartışma. Bir gazete/köşe yazısı o tartışmayı bu ülkede açmaya yeter mi, emin değilim. Felsefe. Teknoloji. Tıp. Ekonomi. Çok boyutlu büyük bir tartışma.

Bir daha düşünelim;

Kısa bir süre önce Mehmet Ali Birand, yürüyerek girdiği hastaneden ölerek çıktı.

Şimdi de Müslüm Gürses’in ölümünün ardından Muhterem Nur itiraf ediyor, “Hastaneye gitmek istememişti, keşke götürmeseydim. Böyle olmazdı.”

İkisinde de süreç benzer. Öldü. Ölmedi. Beyin ölümü gerçekleşti. Gerçekleşmedi. Makineye bağlı. Makineye bağlı değil.

Yeni cami minareleri gibi oldu Twitter, selayı takipçiler oradan veriyor. Hasta yakınları kendi dertlerinin arasında laf yetiştiriyorlar: “Atılan tivit’lere inanmayın.” Kuş cıvıltıları bırakmıyor ki. Rahatça ölünemiyor bile.

Medyatik ölümlerde yaşanan bu. Kameralardan uzaktaki ölümlerde de hastane safhası benzer pek çok durum yaşanıyor şüphesiz.

En magazinel meslek olması ne tuhaf, hayatımızı doğrudan ilgilendiren en ciddi mesleğin. Hangi kanalı açsan üç beş fındık fıstık yersen ömrün uzuyor. Üç beş ot çayı içmek zayıflatıyor. “Ot” denen şeyi burnundan çekince suçlu, demleyip içince “fit” olunuyor. Tuhaf değil mi?

Tıp medyatikleşince, insan ömrü ve sağlık “show business” olunca, hastaneye neden girip nasıl çıktığın değil, televizyonda nasıl durduğun konuşuluyor.

Oysa tartışma sorusu şu: Tıp ömrümüzü uzatıyor mu, yoksa ölme nedenimizi mi değiştiriyor?

Mesela. Karaciğer ve böbrek yetmezliğinden hastaneye yatan Müslüm Gürses’in ölüm nedenini tam olarak bilenimiz var mı?

Mesela. Pankreas kanseri olan Mehmet Ali Birand hastaneye stent değişimi için gitmiş, kardiyak yetmezlikten ölmemiş miydi?

Ölüm. Yaşam. Ve Tıp üzerine yeniden düşünmemiz gerekiyor. MIT’den (Massachusetts Institute of Technology) Prof. Rodney Brooks, insanın “yakın tarihte sanayinin bir alt parçası” olacağını söylüyor. Yani hücreler mühendislerce üretilecek. Şimdiden MIT’nin laboratuarları ona göre yenileniyor. Bir otomobil parçası değiştirir gibi, bozuk(!)/ hasta hücreler sağlamlarıyla değiştirilecek.

Adamım Zygmunt Bauman ise “Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri”nde, “Tıpta gelişme dediğimiz şey sadece ölme nedenimizin değişmesidir” diyor. Çarpıcı.

“A” hastalığına iyi gelen ilaçların yan etkileri “B” hastalığına yol açıyor. Ameliyatlara girme nedenimiz olan hastalıklar, ameliyatta ölme nedenimiz olmuyor. “Beklemiyorduk ama kaybettik” diyor doktorlar. Yaşarsak “doktor başarısı”, ölürsek “ani gelişme” ya da “beklenmeyen durum” oluyor.

Kafamızı medyatik doktorlar mı karıştırdı yoksa gerçekten “Tıp bize ne yapıyor?” sorusunun tartışmaya açılması mı gerekiyor? Düşünme sırası okurda.

* Bu yazı 10 Mart 2013 tarihli Akşam Gazetesinde yayınlanmıştır.

BENİM ARKADAŞLARIM BÖYLE

Ya ben böylelerini seçiyorum ya da böyleleri beni buluyor. Kimseye eyvallahları olmuyor. Doğru bildiklerinden şaşmıyorlar. Kalabalığı karşılarına almaktan korkmuyorlar.

Kavak ağacı gibi dimdik duruyor, söyleyeceklerini doğrudan söylüyorlar. İkircik yok. Hesap yok.

Sevgili arkadaşım Bilgin Gökberk’in Hürriyet’teki “Cüneyt” (9 Mart 2013) başlıklı yazısını okurken geçti aklımdan bunlar.

Ben yazacaktım, Bilgin yazmış. Soytarılar ligine dönüşmüş spor programlarında hakem Cüneyt Çakır’ı eleştirenlere yanıt vermiş. Lafını esirgememiş.

Spor yorumcuları Çakır’ı sevmez çünkü, onlar gibi soytarılaşmıyor. Gönderdikleri mesajlara baş eğmez, selam durmaz. MANU’ya ayrı, Real Madrid’e ayrı kıvırmaz. Kıvırmadı.

Sadece işini yaptı. Cüneyt Çakır. Sahada durmayı da, medyada durmayı da iyi biliyor. İyi bildiği için sevilmiyor.

Sevilmemek başlı başına bir ödüldür şimdilerde, Çakır’ın canı sıkılmasın.

Kalemine sağlık, Bilgin. Spora değer katan az sayıda adamdan birisin arkadaşım.

REZİLLİK BU

Aşk bir erkeğe kadından daha çok yakışır. Erkek, aşkı kadından iyi taşır.

O yüzden erkek aşkı yaşamayı ve taşımayı beceremezse tam diğer uca gider, rezil olur. Sevgilisine yumurta atan Ali Sürmeli gibi.

ÇİN YEMEKLERİ ALIŞKANLIK YAPTI

Önceki yazıda Günaydın Kebap’ın uçuk rakı fiyatını yazmıştım. Okurlarım soruyor “Yok mu sevdiğiniz bir yer?”

Olmaz mı, var. Son zamanlarda çoğu yemeğimi G.O.P’daki Quick China’da yiyorum. Eş-dost arkadaşlarla buluşma noktamız oldu orası.

Acılı ekşili Çin çorbasının hastası oldum ve aynısını evde pişirmeye taktım kafayı. Onlarınki kadar nefis yapamıyorum. Şimdilik.

Bir restoranı cazip kılan dört şey lezzet, servis, ortam ve fiyat. Quick China’da yemekler leziz. Servis ise kusursuz. Rüştü Nohut ve ekibi her müşterinin kendisini özel hissetmesi için çaba sarfediyorlar. Tepenizde beklemiyorlar ama başınızı kaldırınca bir servis elemanının isteğinizi yerine getirmek için beklediğini görüyorsunuz.

Ortam sohbete de, romantizme de uygun. Hangisini isterseniz. Fiyatlar ise abartılı değil.

AKLIMDA KALAN

“Aşk işte bu…” dedirten sözler: Oldum olası kalabalık cenazeleri sevmem. O kargaşada ölenle, ölenin yakınları vedalaşamaz gibi gelir. İtiş kakış arasında içlerini dökemezler. Veda ertelenir. Ertelenmiş vedalar ise hep eksik kalır. Dün kalkan gemiye bugün el sallamak gibi. Muhterem Nur, Müslüm Gürses’in mezarına gitmiş ertesi gün. En büyük aşkını kaybetmiş her kişi gibi bitik. Bir cümlesi çarpıyor beni, “O yapayalnız öldü” diyor, “ben de onunla ölmeliydim.” “Yapayalnız kaldım. Şimdi ben ne yaparım?” demiyor. Aşk işte bu. Baktığımız yerde kendimizi değil, aşık olduğumuzu görmek. Çoğu zaman birine aşık olmakla, kendimize aşık olmayı birbirine karıştırıyoruz.