Nuran YILDIZ

ÖNCE KENDİ ZEKÂLARINI SORGULASINLAR

----- 21.03.2013 - 01:01 -----

Okur haklı olarak soruyor, “Hasan Cemal’in Milliyet’ten uzaklaştırılması üzerine herkes yazdı, siz yazmadınız. Neden?”

Yanıtım basit. İki yüzlülüğün hiçbir türünden hoşlanmam. İki yüzlülük siyasette ne kadar kirliyse, medyada da o kadar kirlidir. Neden güçlüler işten çıkarılınca bağırdığınız kadar, güçsüzler işten atılınca bağırmıyorsunuz?

O Hasan Cemal değil miydi önündeki nehirden işsiz kalmış, hapse atılmış gazeteci cesetleri geçerken, “Hasan Abi”li günlerde sırça köşkünden seyreden?

Hafta sonu Akşam’da Prof. Dr. Baskın Oran’ın sözlerini okurken Mülkiye’nin şansı sandığımız Baskın hocanın aslında bir şanssızlık olduğu geçti aklımdan.

Baskın Oran’a göre bir tiyatro varmış ve tek oyuncusu Başbakanmış. Sanki kendisi verdiği destekle, o tiyatronun dekorcusu olmamış gibi. Herkes Başbakandan korkuyormuş, seçilmiş padişah olmak istiyormuş vs. Erdoğan’ı eleştirenleri, gidişatın sonuçları konusunda uyaranları “tutucu”, “ulusalcı” diye küçümseyen analizci Baskın Oran değilmiş gibi.

Öğrencilerinin yıllar önce görüp söylediği noktaya, yıllar sonra gelmesi bir Mülkiyeli hoca için ne hazin.

Son dönemde sayıları artan köşe mağdurları, eskiden Hükümetin yelkenini üfürerek şişiren kalemler değiller miydi? Ne çabuk muhalif oldular?

Onlar değil miydi Hükümeti eleştirenleri “muhafazakar”, “Türkiye’nin gelişiminin önündeki engel” olarak etiketleyip, “özgürlükçü Hükümetin desteklenmesi gerektiğini” söyleyenler? İsimlerini saymayacağım, hepiniz biliyorsunuz kimler olduklarını.

Şimdi, kendilerini hiç sorgulamadan, dışı yamalı ama içi gerçek kürklü “mağdur” paltosunu giymeleri vicdana sığar mı?

Onlar bir adım sonrasını öngöremeyecek kadar entelektüel körlük içindeyseler özeleştiri yapmaları, zekâlarını gözden geçirilmeleri gerekmez mi? Ya da başkalarının gözyaşlarından oluşan nehirde kağıttan kayığa binmeyeceklerdi.

Kim bilir belki de milleti sersem sayıp, yeni mağdurlar olarak kendilerini tanımlayarak gelecek günlerin kahramanlıklarına soyunuyorlardır.

Belki de zarların yeniden atıldığını, kartların yeniden dağıtıldığını düşünüyorlardır. Ona göre yeni konumlar alıyorlardır.

Belki de o kadar iyi sörfçüler ki, her dalgada yukarda kalmayı biliyorlar ve olan, alın teriyle çalışan gazetecilere oluyordur.

Dün iyi dediklerine bugün kötü dedikleri için baskı görmüşlerse, ya öngörüleri yetersiz olduğu için bulundukları yerleri zaten hak etmiyorlardı ya da müthiş zekâlarını yeni duruma konumlanmak için kullanıyorlar. Var mı üçüncü bir seçenek?

BAZEN RAKI SADECE RAKI DEĞİLDİR

Başbakan Erdoğan bu kez Kılıçdaroğlu’na “Rakıyı susuz içiyormuş” diyerek eleştirmiş. Aklıma Freud’un “Bazen bir puro sadece bir purodur” sözü geldi, gülümsedim.

Karşılığında “Rakıyı nasıl içtiğimden sana ne?” cevabını vermeyen bir Kılıçdaroğlu olunca der tabii.

Yalnız Erdoğan’ın hatırlamasında yarar var; kendisine oy verenler arasından, rakıyı suyla içenler çıkarılırsa geriye barajı geçmesi şüpheli bir parti kalır.

KANAL D’NİN KOMİSER KOLOMBOSU TUTAR MI?

Kanal D’de yeni bir dizi başlıyor: Galip Derviş. “Monk dizisinden yola çıktık” deseler de, vardıkları yer efsanevi Komiser Kolombo’nun taklidi olmuş. Bir dizi müneccimi olarak içimden bir ses bu dizi tutmaz diyor, çünkü;

Bir, ismi itici,

İki, Engin Günaydın kendini tekrarlayacak görünüyor,

Üç, kadın oyuncusu zayıf,

Dört, izleyici daha önce izleyip sevdiği bir karakterin taklidini hoş karşılamaz,

Beş, dizilerdeki Türk polisi imajına bıçkın, çapkın imajı uyar, takıntılı imajı uymaz.

YAZAR KEYİFLİ

Yazarınız okurlarından öyle e-postalar alıyor ki keyifleniyor. Gülümsüyor. “İyi ki yazıyorum” diyor. Bazılarını paylaşacağım ilerde.

“Haftanın Dersi”ne Murat Menteş’in sözlerini koymuştum ya. Menteş gönderdiği e-postada, “Gelişkin dikkatiniz, entelektüel titizliğiniz, bana zekasını vicdanının hizmetine vakfetmiş biri olduğunuzu düşündürmüştür hep” diyor.

Saygı duyduğum bir zihnin bu tanımlamalarına bayıldım. Ve kendisine şöyle yanıt verdim: “Beni ne kadar modası geçmiş sözcük varsa onlarla tanımlamışsınız. Bu benim için fazlasıyla gurur verici. Teşekkür ederim.”

AKLIMDA KALAN

Murat ve Feride’nin duruşu: Çoğunuz “kim onlar” diyorsunuz. Çünkü en parlak günlerde bile vitrinde olmadılar. Hakkında müebbet hapis istenen bir babanın vakur çocukları onlar. İtirazları derin, dışavurumları sessiz. İsyanları büyük, suskunlukları onurlu. Onlar baba-çocuk ilişkisine hiç doyamadılar. “Babam gelecek mi?” sorusunu hayatlarında sormadılar, baba hep görevdeydi, bildiler. Okul yolunda elini tuttukları, ilk gençliklerinde heyecanlarını babalarıyla paylaştıkları nadirdi. Babalarından uzakta babalarından çok şey öğrendiler. Hayatta bir duruşu olmalıydı insanın. Ondan öğrendiler. Zorluklarda yılmak olmazdı, güçlü oldular. Babalarına dair hayallerini onun emekli olacağı günlere sakladılar. Babanın görevi bitince çocukların babası olacaktı. Murat babasıyla herhangi bir baba oğul gibi Fenerbahçe maçlarına gidecekti. Feride kendi elleriyle demlediği çayı babasıyla birlikte içecekti. Ertelenmiş hevesler. Şimdi onlar her hafta babalarını görmek için Silivri’ye gidiyorlar. Gözlerine bakmayı erteledikleri babalarının gözlerine bakmak için göz taramasından geçiyorlar. Baba “Gelmeyin her hafta, işinize bakın, perişan olmayın buralarda” diyor. “Biz seni özlemeye alışkınız baba, sen bizim için üzülme” diyorlar, “sağlığına dikkat et.” Babaları için müebbet istenen duruşmadan çıkarlarken Feride ve Murat, nasıl dik duruyorlardı büyük resmin içinde siz onları görmediniz. Benimse aklıma mıh gibi çakıldılar. Onlar İlker Başbuğ’un oğlu ve kızı. Bir de mahkeme kapısında bekleyen çocukların gözlerinden okunmalı Silivri.