Nuran YILDIZ

UZAK DENİZLER VE OKURLAR…

----- 10.06.2013 - 00:01 -----

Zaman zaman kendimi özgür sanıyorum. Kişisel bir web sitesinde yazıyorum ve o sitenin ismi “Aklımdan Geçen” ya, aklımdan geçeni yazabilirim sanıyorum. Öyle olmuyor. Benim kendime koyduğum sınırlar bir yana, bir de okur söyleniyor.

Gazetelerden kaçtım, kendime nohut oda, bakla sofa bir site açtım yine olmadı. Okur, parasını verip aldığı gazeteye hesabını sorar gibi hesap soruyor. Bunu neden böyle yazdın? Ona neden öyle yaklaştın? Vs. Sana ayırdığı okuma zamanının hesabını soruyor o da. Haklı.

Şikayetçi değilim. Olağanüstü insanlardan oluşan okurlarım var. Dünyanın her yerinden. Frankfurt’tan, New York’tan, Tokyo’dan…

Moskova’dan yazıyor Sinan E. Her yazımdan sonra, kırk yıllık tanış gibi bana e-posta yazıyor, kafasından geçeni paylaşıyor.

Önder A. var. İnanılmaz bir adam. Beni deniz aşırı sularda gemide (şilepte mi demeli?) okuyor ve mürettebata okutuyor. Günlerce denizde kalıyor, demir attığı ilk limanda internete bağlanıyor. O güne kadar yazdığım yazıları kopyalayıp yanına alıyor. Düşündüklerini yazıyor. Denizcilikle ilgili çok şey öğrendim ondan, yazarım bir gün. Bana yazan, konuşan okurlarımı seviyorum.

Önder A. gemisi İran’da demirliyken yazmış, “Gezi Parkı eylemlerine bu kadar mesafeli yaklaşmanız ilginç” demiş. Yazılarımı okumak için onca emek harca ve beni hiç anlama!

Bir kere şurada anlaşalım. Hayattaki duruşum, insanlar beni sevsin duruşu hiç olmadı. Sadece benim dostlarım, arkadaşlarım, öğrencilerim, okurlarım aşka, siyasete, tüm hayata genel ezberler üzerinden bakmasınlar, güruhtan ayrılsınlar istiyorum. Kimsenin görmediğini görsünler. Soru sorsunlar. En çok da “neden” desinler.

Sorgulasınlar. Anlasınlar. Ondan sonra kendilerini en iyi ifade ettikleri yer neresiyse orada dursunlar.

Sevgili Önder A., Gezi Parkı eylemlerine hiç de mesafeli bakmıyorum. Tam da içinden yazıyorum. Çok yakından. Oradaki insanları iyi tanıyorum. Neden oradalar, nereden geliyorlar vs. Bitirmek üzere olduğum kitap ne hakkında sanıyorsun?

Şimdi ben sana basit bir soru sorayım: Beni okumayı seçtiğin, hepsini bıraktığın köşe yazarları var ya! Hani bizim kutsal değerlerimize, Mustafa Kemal’e, “ulus” kavramına, laik düşünceye, eşitliğe, özgürlüğe olmadık hakaretleri edenler? Hakaret etmeseler bile bizim kavramlarımıza saldırılar karşısında sessizleşenler? Haksız ve hukuksuz yere insanlar tutuklanırken “evet yapmışlardır” diyerek salyalar akıtanlar? Ben ve benim gibiler gazete manşetlerinde hedef gösterilirken ellerini ovuşturanlar? Var ya…

İşte onlar şimdi Gezi Parkı eylemlerinin neferleri gibi kendilerini konumlarlarken, övgü dizerken burada bir gariplik yok mu? Birden bilinçlendiklerini düşünecek kadar naif olabilir misin? Neden bunu sormuyor da, benim yazıma dışardan bakıyorsun, içine girmeyi denesen olmaz mı?

Anlamak istemeyen her okurla aramda uzak denizler var, biliyorsun.

Gösterişsiz not: “Eski kariyerimde mutluluk kaynağım olan cehaletimi elimden aldınız, o kariyeri bırakmamı sağladınız. Tüm katkılarınız için derin saygı ve minnettarlıkla teşekkür ederim” notunu gönderen doktora öğrencisi Erman D., beni soktuğun vicdan azabından nasıl kurtulacağım?

GEZİ PARKI’NDAYDIM…

Cuma gece gittim. Sivri topuklu ayakkabımla çılgın (pardon çapulcu mu demem gerkiyordu?) kalabalığın ve parkın içinden geçtim. Sadece üç fotoğraf çektim: zafer takına dönmüş Taksim Anıtını, anıtın önünde arkadaşlarımı ve “Velev ki i..eyiz, alışın her yerdeyiz” duvar yazısını.

Orada, gençlerin %90’ı eğleniyor. Tavla oynuyor. Halay çekiyor. Sessiz sinema oynuyor. Sohbet ediyor. Gülüyor. Konuşuyor. Özür diliyor. Yardım ediyor.

Kalabalığın parçası olmak dışında bir dertleri yok. Kitlenin cazibesi. Bir de sessiz, edilgin bilgisayar kuşağının, gençlere en çok yakışan itiraz sözcüğünü fark etmiş olmanın sarhoşluğu. Ne Mustafa Kemal, ne de bölünme vs. umurlarında değil. Bireysel takılma felsefesinin tutsakları, kendi yaşamlarına müdahaleye itiraz ediyorlar. Yoksa bir başkasının başına ne geldiğini fazla takmıyorlar.

Hükümete bir sözüm var (okuyorlar bu köşeyi): Böylesine masum bir harekete şiddet, ölüm, biber gazı bulaştırmak dünyanın en beceriksiz yönetiminin işidir. Böylesine festivalimsi bir havadan şiddet üretmek kötü niyetten başka bir şey değildir. Gezi Parkı eylemcileri şiddetten o kadar uzaklar ki. John Lennon’un ifadesinin önemini kavramışlar: “(İktidarların) nasıl baş edeceklerini bilmedikleri şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır.

BİR AYRINTI

İktidar partisinin grup başkan vekili Mahir Ünal’ın, Hürriyet’te, 23 Mayıs’ta yaptığı bir söyleşiyi hatırladım. Kendisi saygı duyduğum, değer verdiğim bir sosyolog.

Mahir, Gezi Parkı krizi öncesinde yapılan söyleşide şöyle diyor:
“Tabanın talepleri hiçbir siyasi partide, direkt olarak politikaya yansımaz. Siyasi parti, onu alır işler rafine eder ve siyasete dönüştürür. CHP’de yaşanan kriz, maalesef, tabanın aktör hale gelmesini sağladı ve aradaki filtreler ortadan kalktı.”

“Ayrımcılık, ötekileştirme ve bölücülük, ülkenin mevcut enerjisini birbiriyle çatıştırmaktır. Devlet aklının geçmişte miyop şekilde yaptığı budur. Bunlar devleti ele geçiren elitlerin, kendi iktidarlarını korumak için kullandıkları yöntemdir.”

“CHP ve MHP’nin boşalttığı bu alan (muhalefet alanı)kaçınılmaz olarak dolacaktır. Taze ve yeni bir muhalefet gelecek.”

Mahir’e üç cümlem var:
Bir, öngörüsü için kutlarım.

İki, acaba kendi partisi de “miyop devlet”in parçası olduğu için krize yol açmış olmadı mı?

Üç, taze muhalefet için ne kadarlık süre öngörüyor?

AKLIMDA KALAN

Bir dik duruş, bir onurlu ifade: Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ savunmasını verdi Silivri’de. 18 sayfa! Her cümlesi tarihe bir not. Bir hançer sanki. Bana Emile Zola’nın zamanın Fransa Cumhurbaşkanına yazdığı “Suçluyorum” mektubunu hatırlattı. Nasıl ki Zola, suçsuz yere yargılanan Yüzbaşı Dreyfuss’un ağzından tarihi bir metin yazmışsa, Başbuğ da “Eğer amacınız bir genelkurmay başkanını tutuklamak ise, ben buradayım, arkadaşlarımı serbest bırakın” dedi. Zola “gerçeğin yürüyüşe geçeceğine” inanıyordu, bizde ise gerçek uzak bir ülke gibi. Zola “Yurtseverliği, kin ve düşmanlık için sömürmek bir cinayettir” diyordu mektubunda, “Ağır suç işlemiş lekeli kişilerin suçsuz oldukları söylenirken bir yanda yaşamı boyunca lekesiz kalmış, şerefli bir insan cezalandırılıyor! Bir toplum bu duruma geldi mi, kokuşmaya yüz tutmuş demektir” diyordu. Demokrasiye ve halkınıza bağlı bir hayat yaşamışsınız, ömrünüzün geride kalan yıllarını da cezaevinde geçirmeye razısınız. Üstelik kanıtlanmış suçunuz yok! Gezi Parkına sahip çıkılmasının milyonda biri kadar Silivri yargılamaları önemsenmiyorsa, parkta yatarak rahatlıyorsa vicdanlar sözüm yok.