Nuran YILDIZ

AŞK İKTİDARSIZDIR…

----- 01.08.2013 - 02:00 -----

Ortadoğu karışmış, Türkiye bulanıklaşmışken aşk üzerine yazmanın ne lüzumu var?

Bu soruyu ben de kendime sordum, doğrusu. O sırada önümde duran ve Gezi olayları ve “okunaksızlık” üzerine bitirdiğim yazıya bakıyordum.

Sonra. Sondan kaçıncısını yaşadığımızı bilmediğim, kaçıncısı olursa olsun bir daha yaşayamayacağımız bu Ağustos’un ilk gününde kimilerine göre daha “hafif” kimilerine göreyse hayli ağır “aşk” üzerine yazmaya karar verdim.

Dün. Masada. Karşımda oturan arkadaşım anlattı. İki yılı aşkın bir süredir birlikte olduğu sevgilisiyle ayrılmışlardı. Üzgündü. İşin tuhafı ikisi de birbirlerine aşık oldukları halde ayrılmaya karar vermişlerdi.

Arkadaşım 30 yaşını yeni geçmişti, evlenmek ve hamile olarak sokağa çıkmak riskine girmek istiyordu.

Sevgilisi, aşık olduğu, kendisine aşık olan adam ise çok komik bir para kazandığını, bu halde evlenemeyeceğini söylemişti. “Birkaç yıl evlenemem ve sana da bu sürede bekle demeye hakkım yok” demişti. Bitmişti.

Birkaç hafta önce biten başka bir aşka daha tanık olmuştum. Adam da kadın da 40’lı yaşlarındaydı. Birbirlerine aşıktılar. Adam hayatı boyunca beklediği kadını bulmuştu, kadın da adamı. Ayrıldılar.

Adamın ailesi, genç bir kızla evlenmesini ve kendilerine hemen torun vermelerini istiyordu. Aşık olduğu kadınla, sonuç odaklı ailesinin arasında kalmış her çocuk Türk erkeği gibi ailesinden yana, kendi mutluluğunun ise aleyhine karar almıştı. Kadın da bu karara itiraz etmemişti.

Neden itiraz etmediğini, adamı kararından döndürmeye çalışmadığını sorduğumda, “Tek taraflı çabanın nafile olacağını bilecek kadar yaşadım, o istemediği sürece anlamsız” demişti.

Bu iki durum ve çevremde tanık olduğum pek çok durum da hep aynı şeyi söylüyor: Aşk iktidarsızdır! Yapabilme gücü yoktur. Etkisizdir. Sonuçsuzdur.

Oysa. İnsanın en büyük yanılgısı ömür boyunca o aşkı aramaktır. O aşkı bulunca dünya da anlamını bulacaktır. Bütünleşecektir. Güçlü ve yapabilir olacaktır.

Aşkı beklemek. Aşka inanmak. Aşkı aramak. Aşktan umut etmek. Aşkın acısına katlanmak. Aşkın mutsuzluğuna dayanmak. Aşkın özlemini çekmek. Hepsi o yanılgıdan beslenir. Bütün aşklar böyledir, tersi sıradışıdır.

İki insan karşılaşır. Aşk gelir. Ve erkekler kadınlar kadar cesur olamadıkları için, aşk iktidarsızlaşır. Ömür boyu aradığın şey birden anlamsızlaşıverir…

HÜRREM’İN ÇENESİ…

Yok, “Muhteşem Yüzyıl”dan söz etmiyorum, gerçek Hürrem’i taktım kafaya. Gazetede bir haberde, 1500’lerde yapılmış bir tabakta Hürrem’in resmi vardı.

Resme dikkatlice baktım. Epeyce çirkin bir kadın bu Hürrem. Bir erkeği parmağında oynatmak için güzel olmak şimdiki zamanın bir gerçeği demek ki. Ama konumuz o değil. 16.yüzyıl resimlerinde tüm kadınların ve hatta erkeklerin birbirine benziyor olması. Yuvarlak bir yüz, çıkıntısız çene, minicik düğme gözler ve dümdüz bir burun. Aynı dönemde Batıdaki resimlerde en küçük bir ayrıntı bile çizilebilirken…

16.yüzyıl resimlerindeki bu ortak özelliklerin nedenini açıklayarak, cehaletimi az da olsa giderecek bir sanat tarihçi arıyorum.

BİR TUHAF İŞ

TRT’de bir yarışma: Aileler Yarışıyor. Eskiden Erol Evgin sunardı. Bir ara Çağla Şikel ve Emre Altuğ’un elinde oyuncak oldu.

Şimdi Ufuk Özkan sunuyor. TRT mentalitesine ruhunu teslim etmeden önce iyi de sunuyordu hani.

Geçen hafta bir bölümüne rastladım. Yarışmacılar “Hayata Bağlayanlar” ve “Can Dostlar” gruplarıydı.

“Hayata Bağlayanlar” sağlıkçılardan (doktorlardı sanırım) oluşuyordu. Genç, pırıl pırıl, aydınlık yüzler. Tuhaf olan, bu sıcakta o doktorlardan ikisinin omuzlarının şalla örtülü olmasıydı.

Anlamsız. Kıyafetle uyumsuz. Saçma. Neden iki genç kadın bu sıcakta, omuzlarına şal atma gereği duymuştu ki?

Dikkat kesildim. Hatta Ufuk Özkan biriyle dalga geçer gibi oldu “Böyle daha iyi oldu değil mi, klimalardan üşümezsiniz” gibi saçma şeyler söyledi. Belli ki isteksizce konmuş omza şal.

İki kadın da öyle dekolte falan da giyinmemişlerdi. Son derece ölçülüydü üzerlerindeki. Anladığım, elbiseleri kısa kolluydu. Sadece kısa kollu!

TRT’nin konuklarına şal dağıtma hizmeti hakkında bilgisi olan varsa anlatsın.

AKLIMDA KALAN

“Görgüsüz”lük: Serdar Bilgili doğum günü için açtırdığı yazılan 50 bin liralık şampanyaların haberi için “Ben o kadar görgüsüz değilim” demiş. İnsanlar servet sahibi olunca, serveti olmayanları geri zekâlı olarak konumluyorlar. Birilerinin fakirliği, diğerlerinin zenginliğinin bedelidir gibi gerçek sol bir söylem yerine, “onların çoğunun zenginliği hayatın tuhaf bir cilvesinden öte bir şey değildir” deyip geçeyim. Öyle zengin adamlar bilirim ki, yüzlerine “Bu zekâyla nasıl bu serveti kazanabiliyorsunuz?” demişliğim vardır. Onlardan birinin de bu soruya “Para kazanmakla zekâ arasında ilişki olduğunu kim söyledi ki” demiştir ve kesinlikle haklıdır. Serdar Bey, görgüsüzlüğü şampanya fiyatına bağlamış. Oysa gidin şöyle Bodrum yarımadasının kıyılarına. İçinde göbek atan, güneşe yatan görgüsüzlerin dolu olduğu, kıyıya demirlemiş teknelerden kulaç atacak yer bulamazsınız.