Nuran YILDIZ

HİÇ...

----- 08.08.2013 - 00:01 -----

“Ne diyorsun” diyorlar, “olmayan suçlar için bunca cezaya ne diyorsun?”

Hiç…

Karar açıklandığından bu yana, ağzımı bıçaklar açmıyor. Söylenecek her söz saçma. Söylenmeyen hiçbir şey de kalmadı.

İğneler batıyor beynime durmadan. “Hiç” beynimde yankılanıp duruyor.

Nasıl bir yüzyıllık kin böyle? Kıyasıya.

O yargıçlar, nasıl uyudular o gece ve nasıl uyuyacaklar bundan sonra? İç huzurlarını neyin bedeli olarak kurban ettiler böyle?

Kimseyle hiçbir şey konuşmak gelmiyor içimden. Çaresizlikten susmak da varmış demek ki.

Oysa Sevil Başbuğ’u aramam gerek. Emekli olunca yüzünü görebilmeyi umut ederek her gece eşinin yolunun gözlemekle geçmiş koca bir ömrün şu saniyesinde, “tanıdığım en iyi asker” İlker Başbuğ’un vatan korumakla geçen bir ömrünün müebbete çevrilmiş kalan kısmı hakkında ne söyleyeceğim Sevil Hanıma?

Daha eşinin tutuklandığı ilk günlerde “Ben kocamı dağlardan terörist kovaladığı günlerde bekledim, yine beklerim” demesindeki mağrur ifadesi zihnimde dururken ne denir ki telefonda? “Geçmiş olsun” mu? Saçma. Saçmadan da öte. Ağzımdan çıkacak her sözcük utanır, Sevil Hanımın kulağına gidince.

Gururlu ifadesiyle hayranı olduğum kızı Feride’yi aramam gerek. Yapamıyorum. Ne diyeceğim arasam? “Nasılsın?” mı? Saçma.

Murat’ı arasaydım hiç değilse. İlk günden bu güne yılmadan, yorulmadan babasına ve ailesine destek olan, adam gibi adam, onurlu, kararlı Murat Başbuğ’a ne denebilir ki? Söylenebilecek her sözcük eskimiş çoktan.

Hiç. Hiç! Hiç…

Bir tek İlkay Sezer’i arayabildim. İlker Başbuğ’un avukatı. Çalıştı. Çırpındı. Yoruldu. Olmadı. Olmayacağını biliyordu, yılmadı.

“Nasılsınız demiyorum” dedim, “yapılabilecek bir şey var mı da demiyorum, sözlerin saçma, konuşmanın anlamsız olduğu bir yerdeyiz.”

Karşılıklı sustuk. Sustuk. Sustuk.

Hukukun olmadığı yerde, hukukçuların ne kadar çaresiz ve anlamsız kaldığını konuştuk susmalarımız arasında.

En büyük günahı, günahtan en çok söz edenlerin işlemesi ne tuhaf.

OLMAZ!

Tarihin en büyük davalarından birine tanık olunuyor. Milletvekilleri, askerler, gazeteciler, bilim adamları, yazarlar gözler önünde haksızlığa, hukuksuzluğa uğruyor.

Her yerde bir tek Türkiye Gençlik Birliği’ni görüyoruz. İtiraz ediyorlar. Dik duruyorlar. Protesto ediyorlar.

CHP’de birkaç cılız ses dışında tavır yok. Olmaz!

Bir tek Emine Ülker Tarhan’ın “Muhalefetin artık toparlanması gerek” demesindeki cesur çıkış dışında.

AKLIMDA KALAN

Zincirlerin içindeki Mustafa Kemal: Selanik’te, çocukluk yıllarının geçtiği ev yenilenerek ziyarete açılıyor. O evin, Mustafa Kemal’in çocukluğundaki evle zerre ilgisi yok hâlbuki. O’nun çocuk sesinin yankılandığı duvarlar, kahkahalarının bulaştığı mekanlar çoktan yok edilmiş. Şimdi yaptıkları her şeyiyle yeni bir bina. Her şeyiyle gösteri. Her şeyiyle sahte. Mustafa Kemal’in cumhurbaşkanı koltuğunda silikon heykeli de salona konmuş. Sahtelik o kadar görünür ki, çocukluk evinde cumhurbaşkanı halinin ne işi var? Dahası salonun orta yerine konan heykelin etrafına bir de zincir çekmişler. Deli oldum! Heykel orijinal değil ki, zincirle neyini koruyorsun? Hem bilmiyor musunuz ki, Mustafa Kemal’in ömrü zincirleri kırmakla geçmişken, O’nu zincirlerin arkasına koymak hiç yapılacak şey mi? Eğer bu müze evden O’nu anlayan birileri sorumlu olsaydı, bu ayrıntıyı atlamazdı. Ne var ki O’nu anlayan birileri yok. Yok.