Nuran YILDIZ

GÜZEL BAŞLAYALIM

----- 16.09.2013 - 00:01 -----

Yaz bitti. Tatil yapmadan. Siz tatilde sandığınız zamanlarda bile tatilde değildim. Koşuşturma. Hastalık. Derken. Buradayım. En son, dudağımda kocaman bir uçukla!

Okurlarım. “Candan aziz” okurlarım. Pembe post-it’te “yazarınız hasta” notunu okuyunca mail yağdırdılar. Doktor olanlar ilaç yazdı, muayene etmeyi önerdi.

Onlara sadece yorgunlukla birleşmiş, gripal ateş olduğunu anlattım.

Sevilmek güzel şey. Özlenmek de öyle. Seyfi Ö. Beyin yazdığı ifadeyle “sanal bağımlılık yaratmak” ise çok şımartıcı.

Güzel başlayalım. Yoğunum. Çalışmayı severim. Kafayı gereksiz şeylere takmayı önler çalışmak. Yorgunum biraz. Ama iyiyim. Sağlıklıyım. Yazabiliyorum.

Ve…

Kitabımın yazma telaşı bitti. Yayın telaşının içine düştüm. “Aşk Yüzyılı Bitti” Doğan Kitap’tan çıkıyor!

Doğan Kitap’ın muhteşem ekibiyle hummalı bir çalışma içindeyiz şimdi. Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yüce Başarır dünya tatlısı. Muhteşem. İmrendiren kadın. Sımsıcak. Güler yüzlü. Sanki kendi kitabıymış gibi heyecan duyuyor kitabımdan. Titizlik gösteriyor. Plan yapıyor. Öneride bulunuyor.

Handan Akdemir. Editörüm. İğneyle kuyu kazar gibi harfleri mıncıklıyor. Yorulmuyor. Çok tatlı. Kitabı çok sevmiş, “ilaç gibi” diyor. Yakında evleniyor. Şanslı adam aradığında bile telefonu açmayacak kadar kitabın içine düştü. İçimi rahatlattı.

Ebru Değirmenci. Kitabın halkla ilişkilerinden sorumlu. Gözleri nasıl güzel. Yaydığı enerji de öyle. Bakışları keyif dolu. Heyecanlı. Kitabıma iş gibi bakmıyor, “Herkes bu kitabı okumalı” diyor. Kitabı öyle sevmiş ki benden daha sabırsız. Benim gibi her şeye “olmaz” diyen bir kadın ona “olmaz” demekte güçlük çekiyor. “İşte bu” diyor kitap için, huzurum kaçıyor, ya okur sevmezse?

Sosyal medya sorumlusu Meriç Mekik yorgun, hasta, berbat halime rağmen fotoğraf çekiyor. Pazartesi (bugün) sayfalarına koyacakmış. Şeker ve güzel kadın Deniz Yüce Başarır başlığı veriyor: “Nuran Yıldız’dan bomba gibi bir kitap geliyor!” Utanıyorum.

Pazarlama sorumlusu Ayşegül Kirpiksiz, Doğan Kitap’ta ilk merhabalaştığım kişi. Onun güzel karşılamasıyla başlamıştı süreç. Kitabımın DK’da çıkmasının kapısını açan zarif kadın. Çok içten ve gözlemci. Beni onunla tanıştıran Rıdvan Akar’a yürekten teşekkürler.

Kapağı hazırlayan Yavuz Korkut gencecik bir adam. Sade bir kapak istediğimi söyleyince o da kitabın adının gölgelenmemesini söylüyor.

İlanlardan sorumlu Tuba Ay kendinden o kadar emin ki, ne yapacağına çoktan karar vermiş bir ifadeyle bana güven veriyor.

Bilirsiniz ben birini, bir şeyi sevmedim mi, dünyanın faturasını ödemem gerekse de sevmem. Doğan Kitap’ın yukarda saydığım isimlerini gerçekten sevdim. Onlar da “Aşk Yüzyılı Bitti”yi sevmişler. İş gibi değil, kendileri yazmış gibi yaklaşıyorlar, herkes ama herkes okusun istiyorlar. Kendimin, pardon kitabımın emin ellerde olduğuna inanıyorum.

Okurlarım bu kitabı çok bekledi. Geçen hafta yurt dışından dönen Levent Ö. “Ülkeye gelir gelmez kitabevine girip kitabı sordum” dedi, mahcup oldum. Kim okur, kaç kişi okur bilemem ama ben kitabı önce kendi okurlarım için yazdım.

İki hafta sonra raflarda olacak… Ön raflarda mı, gerilerde mi bilemem, okur onu bulur.

OTELCİLİK ÖLMÜŞ

Ölmüş ama kimse cenaze namazını kılmıyor.

Belki gelir düzeyi düşük turistler otelciliği aşağıya çekti, belki her şey dahil sisteminden oldu, belki de uzun zincirlerden denetim gevşedi.

Bu aralar o kadar çok otelde kaldım ki, taktım bu konuya. Gördüğüm şu: Otelcilik sadece özverili çalışanlar sayesinde ayakta duruyor.

İki gün önce. İstanbul’dayım. Ateşim 40. İlaçla ayaktayım. Telefonda doktor arkadaşım diyor ki “Git, sıcak su dolu küvete gir. Sonra şu ilaçları al, seni uyutur. Sabaha düzelirsin.”

Hep gittiğim oteli bırakıp “Bu kez da Hilton’u deneyelim” diyorum, tebdili mekânda ferahlık var. Yokmuş!

Verdikleri oda öyle bir yerde ki, git git varılmıyor. Neymiş, özel konukmuşum deniz görecekmişim! Deniz kimin umuru, ateşler içinde yürü yürü varamıyorsun.

Nihayet oda! Kapıyı açar açmaz tahammül edilmez bir gürültü karşılıyor beni. Duvar gibi ses, beni dışarı itiyor. Meğer deniz gören oda, gece kulübünün sahnesine bakıyormuş! Aklım banyoda ya, olsun diyorum bir gece idare ederim.

Banyonun kapısını açmamla kendimi 1950’lerde buluyorum. Yok, ambiyans falan değil, her şey dökülüyor. Eski. Küvet su sızdırıyor mudur telaşına kapılıyorum, o kadar!

Küvetin dolması için musluğu açıyorum. İçine dökmek için banyo köpüğü arıyorum yok. Telefonla istiyorum. “Hemen geliyor” diyorlar, 20 dakika geçiyor yok, oluyor yarım saat.

Tekrar arıyorum. “Kalmamış depoya gitti arkadaş” diyorlar. Bir yarım saat daha geçiyor, su oldu buz. Bende ateş titremesi.

Kapı çalıyor. Görevli elindeki şampuanı uzatıyor. Şaşkınım. Şampuan istemedim ki.

Banyo köpükleri yokmuş. “Varmış depodaymış” diyorum. Görevli tombik kadının gözlerinden tuhaf bir bakış geçiyor.

Kapıyı kapatıyorum. Telefon çalıyor, az önce “arkadaş depoya gitti” diyen görevli “bizim otelde köpük yokmuş” diyor. 5 yıldızlı! VIP oda! Bir küvet soğuk su ve hasta bir kadın.

Hadi bir, iki, üç yıldız olsa bu kadar koymaz insana. Kıvrılıp uyursun. Öyle lüksle falan arası iyi biri değilim. Sadece alınan parayla verilen hizmet arasında bir denge istiyorum.

Pes edip görevliyi tekrar arayıp, “Sabah erken saatte şu dört gazeteyi kapıma bırakabilir misiniz” diyorum, not alıyor.

Sabah 8’de gazete yok. 9’da yok. 9.30’da arıyorum, “İstediğiniz gazetelerden üçü otelimizde yok, arkadaş almaya gitti” diyor. Nereye matbaaya mı? diye bağırasım var.

Gazeteler ben odadan çıkış yaparken geliyor.

Restorana geçiyorum. Orada görevli bıcır bıcır bir kız ve arkadaşları öyle koşturuyorlar, çalışıyorlar ve güler yüzlüler ki adının Fatma Özen olduğunu öğrendiğim bıcır bıcırı çağırıp, oteldeki tek güzel şeyin restoran çalışanları olduğunu söylüyorum.

Otelcilik, özellikle beş yıldızlı oteller rekabetin en yoğun olduğu alanlardan biri. Beş yıldızlı otelin müşterisi, başka beş yıldızlıların da müşterisi. İnsanlar yatak isteseler, pansiyonda kalırlar, yıldızlı otelde kalıyorsa hizmet istiyor demektir.

Sabah toplantıda, geceyi nasıl geçirdiğimi soran arkadaşıma “Berbat. Hilton’da kaldım” diyorum. Ağzından tek sözcük çıkıyor: “Köhne!”

Sanırım Hilton’lar, işi Paris Hilton’ın magazin haberlerine bırakmış, başka da bir şey yapmamış.

Not bir: Bir sonraki ziyaretimde arkadaş evinde ya da pansiyonda kalacağım.

Not iki: Lüks düşkünlüğüm yok, sadece kafama değer verenler, o değere uygun otellerde kalmamı istiyorlar.

AKLIMDA KALAN

“Ustanın Hikayesi” üzerine sohbet: Irmak karşımda oturuyor. Öğrencim. Geçen dönem mezun oldu. Kafayı siyasal iletişime takmış. “Sizle karşılaşmasam belki de takmazdım” diyor. İyi bir şey mi söylediği, kötü bir şey mi bilmiyorum. İddiaları var. Ne versem okuyor. Geçen yaz İngiltere’ye gitti, orada siyasetin iletişimini inceledi. Başbakan Erdoğan’ı anlatan “Ustanın Hikayesi” programı hakkında konuşuyoruz. Henüz izlemedim ama neyle karşılaşacağımı zaten biliyorum. Irmak, “Erdoğan imajı öyle bir kurgulanmış ki, gülümseyerek izledim” diyor, “sizin anlattıklarınızı bilmeseydim çok etkilenebilirdim, ama işin nasıl yapıldığını bilince hem kızıyor, hem de gülüyor insan.” Ona “Zaten senin, benim için yapılmadı o program, hiçbir şeyden habersiz halk için yapıldı. Eminim onların çoğunun kalbine dokunmuştur” diyorum, “Gerçek olması gerekmiyor, gerçekmiş hissini vermesi yeter…”