Nuran YILDIZ

AŞK DOKTORU KİM Mİ? BEN!

----- 04.11.2013 - 00:01 -----

İlk kitabımın adı Liderler, İmajlar, Medya’ydı. Çıktığı ilk günlerde hakkında yazılanları okuyunca, bir anda kılık kıyafet doktoru olup çıkmıştım.

Çünkü insanımızın “imaj”dan anladığı, kılık kıyafete dair bir şeydi. Algı çerçevesi öyle kurulmuştu.

Oysa Türkiye’de imaj konusunu siyaset dünyası üzerinden inceleyen ilk siyaset bilimi doktora teziydi o kitabım.

Tanklar ve Sözcükler’i yazdığımda ise “postal yalayıcı” etiketini alnıma yapıştırmıştı birileri.

Çünkü ülkemiz medyasına göre ya askerden nefret etmeliydin ya da postal yalamalıydın, ortası yoktu. Ve üstelik bir kısım medya, bir kitaba yapılabilecek en ağır tecavüz nasılsa öyle tecavüz etmişler, cümleleri bağlamından koparıp yazmadığım şeyleri yazmışım gibi vermişlerdi.

Oysa askerlerin nasıl iletişim kurduklarını/kuramadıklarını analiz eden ilk akademik çalışmaydı, yazılması yıllar almış ve çok yorucu olmuştu.

Üçüncü kitabımın adı Aşk Yüzyılı Bitti ya, aşk doktoru oldum çıktım şimdi de. Balçiçek İlter’le konuşurken de bu algıyı hissettim, Ertuğrul Özkök’ün kitabımla ilgili nefis yazısını okurken de. Haklılar, aşk denince hepimizin algı çerçevesinde kadın ve erkeğe dair olan var. Hepimizde bir yara kanar dururken.

Özkök’ün yazısındaki aşk ve seks seçkisi kitabımda yok mu? Var.

Ve aklıma hemencecik, Akif Beki’nin “Soft bir konu yazacak olsaydım kitabını yazardım” demesi geliverdi.

Akif’e “Yok bu kitap soft değil, tam tersine keskin bir tokat gibi” demenin ne alemi var? Sonuçta kitapta her okur kendi bildiğini okur.

Şikayetim var mı? Hiç yok. Kırklı yaşlarda öğrendim ki, akıntıya karşı değil, akıntıyla birlikte yüzeceksin!

Doğru okur, doğru yargıya varır nasıl olsa.

Aşk doktorluğuna gelince. Çok isterdim. Will Smith’in aynı isimli filmini yutmuş biri olarak, bu işin tam da iletişimle psikolojinin orta yerine oturduğunun farkındayım.

Kitle psikolojisi ve iletişimiyle uğraşmak yerine, birey psikolojisi ve iletişimine takılmak iyi olmaz mıydı? Olurdu.

Ertuğrul Özkök’ün kitabı, Başbakan Erdoğan’ı ya da muhalefeti kitabın siyaset analizleri çerçevesinde değerlendirmenin iticiliği yerine, kadın-erkek ilişkileri açısından yazması daha eğlenceli olmuş bence.

Öğrendiğim bir şey var: Her kitap birilerini başka bir yere götürüyor ama bana da bir dolu yeni şey getiriyor.

FENERBAHÇE SEÇİMLERİ NEYİ GÖSTERDİ?

Kullanılan oy: 9380
Geçersiz oy: 176
Aziz Yıldırım: 6821
M. Ali Aydınlar: 2383

Kullanılan oyların 3/4'ünü aldı Aziz Yıldırım. Bu katılım ve oy oranı;

-Gazete ve televizyonlar üzerinden seçim kazanılmayacağını,

-Para harcamanın seçim kazanmaya yetmeyeceğini,

-Bir şeye aday olurken çevrenin gazına değil önce kendine bakmak gerektiğini,

-Argümanları zayıf olanın hesaplaşma dili kullanmaması gerektiğini, kullanırsa kesinlikle kaybedeceğini,

-İhanet edenle hapse giren çatışırsa sonucun hapse girenin lehine olacağını,

-Konu “Cumhuriyet ilkeleri” olunca karşısında ne varsa hiç şansının olmadığını göstermiş oldu.

BALÇİÇEK İLTER OLMAK…

Balçiçek beni, en devamlı ve en saygın söyleşi programlarından “Söz Sende”ye çağırınca, davet eden o olduğu için “olur” dedim.

Doğruyu söylemek gerekirse program saatine kadar da programın iptal edilmesini bekledim. Ne de olsa televizyonun yönetiminde yazılarımı seven ama yazdıklarımı sevmeyen yöneticiler var.

Ne de olsa ülkemiz televizyonculuğu ilkelerle değil, duygularla (!) yönetilen kutulardan ibaret.

İptal edilme olasılığı cebimde, “Söz Sende”ye gittim, sadece Balçiçek çağırdı diye.

Çünkü Balçiçek benim için, gazetecilik dünyasında işini tutkuyla, aşkla yapan bir gazetecidir.

Çünkü Balçiçek, kocasının soyadını (Pamir) şöhretinde önemli yer tuttuğu halde, boşandıktan sonra elinin tersiyle itecek kadar kendine güvenen biridir.

Çünkü Balçiçek, çevresine “ben şöhretim” edasıyla bakmayan, şöhreti artarken tevazuu da birlikte artan biridir.

Çünkü Balçiçek her konuğuna, her programa ilk programıymış gibi titizlikle hazırlanan biridir.

Balçiçek “gel” dedi mi, giderim. İptal edilme olasılığını bile bile “gel” dedi mi gideceğiniz kaç kişi var ki?

Not: Program iptal edilmedi, ya gözden kaçtı ya da o köprünün altından çok sular geçti.

OKURA SORU

Ara ara soruyorum okura. Kimini gıcık edecek türden sorular. Ne yapayım kafama dolunca sözcükler, okur tasına boşaltmak var.

“Nerelisin” dediklerinde söyleriz, “Ankaralıyım”, “İstanbulluyum”, “Çemişkezekliyim” vs.

Memleketin adını tam söyler, sonuna yapım ekini ekleriz.

Peki memleketi “Kuşadası” olan biri ne yaparr acaba, “Kuşadasılıyım” mı? Tuhaf gelmiyor mu size de? Onlar “sı” hecesini atıyorlar mı? O zaman da “Kuşada” diye bir yer yok ki…

AKLIMDA KALAN

Riskli ve gereksiz bir açıklama: Diyanet İşleri Başkanlığı, Din İşleri Kurulu “Dövme caiz mi?” sorusuna yanıt vermiş. Dövme yaptıranların Allah’ın rahmetinden uzak olacağını, caiz olmadığını bildirmiş. Laik bir ülkede artık gündelik yaşamın fetvalara dayandırılması şaşırtıcı değil elbette. Sadece bu durumun içerdiği riskleri kimsenin fark etmemesi garip. Bu ülke oruç tutmayanların dövüldüğü, parkta öpüşenlerin cezalandırıldığı, el ele tutuşanların ikaz edildiği bir ülke değil mi? Çok daha vahim olanı, daha birkaç yıl önce sırtında dövme var diye öldürülen barmeni unuttuk mu? Şimdi dövme yaptıranların uğrayacağı saldırılardan Diyanet İşleri Başkanlığı sorumlu mu, değil mi?