Nuran YILDIZ

YENİDEN YARGILAMAYA BİR DE BURADAN BAKIN

----- 20.01.2014 - 00:01 -----

Ergenekon’dan tutuklu bir askerin eşiyle konuşuyorum. Evinin dışında kimseyle konuşmayan biri o. Umudunu paylaşmaya çalışıyorum ama umudu abartmamak gerektiğini de biliyorum.

Her şey ve her şey size “umutlan” dese de, kafanızın bir yerinde kötü olasılık hep duracak. Bilirsiniz benim için “umut en büyük işkencedir.”

Hanımefendiye “Biliyorum çok üzüldünüz, acı çektiniz, her hafta yollara düştünüz, hastalık, yorgunluk bilmediniz” diyorum.

“Kocam hayatta ya, gidip görebiliyorum ya, hiçbir gerekçe beni haftalık ziyaret gününde ona gitmeye engel olmaya yetmez.”

“Bir ay önce bugünleri düşünebiliyor muydunuz?” diyorum, “yeniden yargılamanın yolunu açmaya çalışıyorlar.”

Sesi geriliyor, isyan ediyor, “Biz yeniden yargılama istemiyoruz” diyor. Şaşırıyorum. Anlamıyorum önce.

Devam ediyor, “Hiç birimizin yeniden mahkeme yollarına düşecek takati kalmadı. Davalara devam edecek gücümüz yok. Dava süresince gerekecek paraları karşılamak çok zor.”

Anladığımı belirtince, devam ediyor “Bizim eşlerimizi, oğullarımızı suçsuz yere, sahte delillerle tutukladılar. İçeride tuttukları süreyi kendilerine bağışlıyoruz, madem herkes kumpasta birleşiyorlar, eşlerimizi, oğullarımızı yeniden mahkemelerde süründürmeden çıkarsınlar!”

Söyleyecek bir şey yok. Adalet istiyorsak eğer, adaletin yolu suçsuzları yeniden yargılamadan mı geçiyor yoksa haksız yere onların özgürlüğüne el koyanların hesap vermesinden mi?

ERSUN YANAL BU DEĞİL

Ersun Yanal’ı severim. Fenerbahçe’ye gitmesine de çok sevinmiştim. Tanıdığım Yanal için Fenerbahçe sadece bir başlangıçtı. Vizyonu, futbol bilgisi, aklı onu yeni ve çok parlak bir yolun başına getirmişti.

Sonra ne olduysa oldu, Yanal futbola gösterdiği özeni kendisine göstermedi. Devre arasında önce televizyonlara konuk oldu. Sonra gazetelere. Birileri “öyle yap” demiş olmalı. Keşke aynı birileri “şöyle söyle” de deseydi.

Televizyondan geriye birkaç yüzyıl öncesine ait, bilmem kaçıncı Lois tarzı bir koltuk ve o koltuğun içinde kaybolmuş ürkek bir adam kaldı. İsterseniz dönüp bakın o görüntülere.

Ligin başlarındaki kararlı, dinamik, vizyoner adam gitmiş, yerine Türkiye liglerinde benzerinden fazlasıyla olan bir teknik adam gelmişti. Zaten televizyondan gazetelere yansıyan da kendisi değil, Sow hakkında söyledikleriydi.

Gazetelere söyledikleri ise, içimi acıttı. Galatasaray kompleksiyle boğuşan, kafayı GS’a takmış bir adam gibi konuşmuştu. Ligin başında “Biz rakiplerle ilgilenmeyiz, önümüze bakarız” diyen adam nereye gitti ki? Mourinho ile kıyaslanan adama ne oldu?

Tanıdığım Ersun Yanal, dünyanın her yerinde futbol yönetebilecek bir adam. Fenerbahçe de bunun için iyi bir fırsattı. Ne yazık ki, Yanal Anadolu kulüplerinden öteye gitmek istemiyor. Belki de korkuyor. Kimbilir.

Ne sporcularımız ne de teknik adamlarımız özgüven sorunlarının üstesinden gelemedikçe, çim sahalardaki mezarlıklarda yan yana yatmaya devam edecek yeteneklerimiz.

45’LİK…

İstanbul’da kaldığım akşamları genellikle can sıkıcı bulurum. Arkadaşlarım alınmasın, kastım onlarla geçen zaman değil, gidilen mekanlar. Restoranlar. Meyhaneler. Kulüpler. Barlar. Kopyalanmış gibi birbirine benzer yerler.

Tıpkılık. Gösteriş. Şatafat. Gereksiz lüks. Beni sıkıyor. En keyifli zamanları salaş, göz önü olmayan, içtenliğin ambiansı oluşturduğu yerlerde geçiriyorum. Tuhafım ama daha çok çağ dışıyım.

Bu kez öyle olmadı. Nevizade’de bir meyhaneye davet edildim önce. Masada tanıdığım ve de sevdiğim beş adam (dördü televizyon dünyasındandı, biri çok önemli bir makamın basın müşaviriydi) ve bir de tanımadığım başka bir adam vardı.

O adam ara ara masadakilere “hadi gidelim” diyor, herkes de başını sallıyordu. Yemek yendi. Rakı içildi. Muhabbet bitti. “Gidiyoruz” dediler. “Nereye” dedim. “Nereye olacak 45’liğe” yanıtını aldım, “60-70’lerin şarkılarını dinlemeye!”

Meğer masadaki tanımadığım adam, nostaljiye tutkulu Fuat Akyol’muş, sadece 60 ve 70’lerin müziğinin çalındığı 45’lik’in sahibi.

45’lik’ten içeriye adım attığımızdan itibaren “işte ait olduğumuz ortam” dedim. Ahmet Kaya, Emel Sayın, Cem Karaca, Nesrin Sipahi… DJ ne çalıyorsa tam bizlik.

Bir anda en sevdiğim şarkılardan biri mekanı dolduruverdi: “Sen istedin…” DJ masasına Fuat Akyol geçmişti ve az önce sohbet arasında sözünü ettiğim şarkıyı çalıyordu. Gecenin bir yerinde DJ’lik teklifi bile aldım! İstersem İstanbul, istersem Ankara 45’lik’te, DJ’lik yapacakmışım! Deli miyim, DJ’lik kim, ben kim!

Diyeceğim o ki, Ankara ya da İstanbul 45’lik’leri bugünlere kadar nasıl atlamışım. Kendimi, kendime iyi gelen bir şeyden nasıl bu kadar zaman alıkoymuşum. O güzel gece için dostlarıma da Fuat Akyol’a da teşekkür ederim.

Biz giderken hayattan keyifleri de götürüyoruz yanımızda.

AH NİJAD!

Recaizade Mahmut Ekrem oğlunu kaybedince acısını dizelere döker. Ağır bir hastalıktan kaybettiği oğlu için “Ah Nijad!” diye inler.

Bu ayrılık bana yaman geldi pek,
Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.
Ya gel bana, ya oraya beni çek,
Gözüm nuru oğulcuğum, Nijad`ım!

Yukarıya son dörtlüğünü yazdığım şiir beni hep çok etkiler. Ara ara kendimi bu şiiri mırıldanırken bulurum. Özellikle de genç adamların kötü hastalıklarını duyduğumda. Enerjileriyle hastalıkları arasındaki acı çelişkiye isyanla.

Dünden beri. Nejat İşler’in yoğun bakımda olduğunu öğrendiğimden beri “Ah Nijad!” diyorum, ve sözleri değiştiriyorum “sen inatçısın Nejat, hastalık seni yenemez, sen yenersin” diyorum.

“Ah Nejat!” diyorum, “Biz seni Gülbeyaz’la sevdik. Ve sen bize sevecek başla diziler de çekeceksin.”

Ah Nejat! İyileş. Daha çıkıntılık yapacağın, tavır koyacağın çok şey var…

AKLIMDA KALAN

Bir adamı hırs yapan bir kadının depresyonu: İşin aslı, kimin kimi aldattığıyla ilgilenmiyorum. Hollande’ın aldatma öyküsünde (skandal demiyorum, dikkatinize) belli ki bir zincir tamlaması var. İlk eşi Royal’i, gazeteci Trierweiler ile aldatmış. Trierweiler kalmış, Royal gitmiş. Şimdi de Trierweiler gitsin Gayet kalsın mı, kalmasın mı sürecini yaşıyorlar. Bu zincir Trierweiler’i hastanelik etti. İntihar mı, sinir krizi mi geçirdi tartışmaları sürüyor. Yakında gerçeği öğreniriz, hiç merak etmiyorum. Hastaneden birileri nasıl olsa öter. Tıpta etik metik geçen yüzyılda kalmadı mı? Büyük olasılık Trierweiler baş edemeyeceği bir depresyona girmiştir. Kendisi hakkında bugüne kadar okuduğum her haber, hırsın ve tutkunun pençelerinde olduğu, kıskançlığın derininde durduğu resmini tamamlıyor. Üstelik fazla zeki ve fazla şımarık. Eğer tüm bu özellikler bir kadında toplanmışsa, aldatıldığında hastanelik olması kaçınılmazdır, dahası, aldatılmış olması da zaten bu özelliklerinin bir sonucudur.