Nuran YILDIZ

ELEŞTİRİ SANDIĞIN ŞEY BAZEN ÖVGÜDÜR…

----- 05.05.2014 - 00:01 -----

Kılıçdaroğlu, Erdoğan-Gül ilişkisini eleştirmek için şöyle demiş: “Gül’ün bağımsız karar alma gücünün olduğuna inanmıyorum. Erdoğan ne derse uyacaktır.”

Durumu, dilerseniz tahakküm, baskı altında kişilik, diktatörlük geyiğine boğmadan değerlendirelim.

Kemal beye soruyorum şimdi, siz ister bir parti lideri olarak, isterseniz salt kendiniz olarak, ne derseniz uyacak bir dosta, bir arkadaşa, bir yoldaşa sahip misiniz?

Ya da bu son derece insani soruyu kendimize soralım. Gündelik, politik, çıkarcı ilişkilerle kirlenmemiş olarak dediğimize uyacak, dediğine uyacağımız bir dosta, arkadaşa, yoldaşa sahip miyiz?

Hani sırtınızı ona dayayabileceğiniz. Hani belinize bağladığınız ipin ucunu onun eline verip kendinizi kör kuyuya atabileceğiniz. Sudan eser olmayan çöl ortasında size “su yok” demek için bile yanınızda çöle doğru yola çıkacak.

Bir kişi. Bir tek kişi yok mu yaşamınızda? Yoksulluğun başka tanımı da yoktur.

Bir arkadaşa, bir dosta kendini emanet etmek ve onu emanet almanın zenginliği ve sorumluluğudur dünyayı kurtaracak olan. Bence.

Kendi çıkarlarımızı umursamadan, başımıza bir şey mi gelir endişelerini taşımadan, yaşanacak ne varsa göze almaktır. İyi günde nerede olursa olsun, kötü günde gölgemiz gibi yanımızda duran biri. Yok mu? Öyleyse yalnızlığa çarpıp duruyorsunuzdur bedeninizi.

Kılıçdaroğlu’nun eleştiri gibi söylediği “Gül, Erdoğan ne derse uyar” sözü, ima ettiği kadar olumsuz bir durum değildir. Adanmak, sadakat hayatta da, politikada da iyi bir şeydir.

Haa. Ben 2006’da Sabah gazetesine manşet olan sözlerimin arkasındayım halâ: Gül ve Erdoğan ilişkisi aysberg gibi bir şeydir, dışarda kalandan daha fazlası, daha çatışmalısı derinlerdedir.

SAHİPSİZ KALMIŞ SORULAR

Gazeteciliğin en tartışmalı olduğu günlerde gazeteciler.com’da yazmaya başlamak benim için zorlu bir yolculuk olacak. Gazeteciler.com’a duyduğum saygının nedeni de bu: Mesleğin lime lime olduğu günlerde gazetecilik haberleri yapmak için durmadan çaba sarf etmeleri.

Medya kamuoyunun ne kadarı farkında emin değilim, Vatan gazetesinin Ankara bürosu temsilcilik düzeyine indi. Bu ifade “kapandı” dememek için uyduruldu.

Gazetecilikle hiç ilgisi olmayan bir arkadaşım “Büro yoksa temsilci ne iş yapacak ki?” diye sordu saf saf.

“Olur mu” dedim, “çok iş yapar temsilci, elçilik resepsiyonlarına katılır, bayram, açılış vs. kutlamalarında boy gösterir.”

“Patronunun Ankara ilişkilerine aracılık eder” diyemedim.

Vatan Ankara temsilcisi arkadaşım Murat üzerine alınmasın, Ankara’nın genel durumu bu.

Vatan Ankara kapatılınca orada çalışanlardan birinin tweet’ini okumuştum. “Arkadaşlarımızın işine son verdiler, bizi de (üç kişi) Milliyet’e gönderdiler.”

Tweet’deki ifade kimseye tuhaf gelmemişe benziyor. Oysa. Her şeyin nesneleştiği, yani “oraya da koysam durur, buraya da koysam olur”, “İşime yaramıyorsa atarım gider” mantığının özeti.

Nesneleşmiş gazetecilik günlerinde. Patronunu en çok kollayan, birbirlerine en çok çemkiren, elleri her kuytuya uzanan ve birbirlerini en çok satanlar elde kalır, gerisi gider.

Böyle olunca “Basın Özgürlüğü Günü” protestolarına katılanlar da kapının dışında kalanlar olur.

Kapının içindekiler sus pus. Murat Bardakçı misali, “Demokrat Parti döneminde de vardı böyle şeyler” minvali sayıklamalardansa sus pus kalmaları daha iyi, o ayrı.

Gelelim işsiz ve özgürlüksüz kalan gazetecilerin gerekçelerine. Kolay yanıt: Yukarıdakiler, yani siyasi iktidar.

Elbette öyle. Ama yanıtın tamamı bu değil. Bu, kolay yanıtla yetinen konformistlerin işi. Bir de aşağıdakiler var. Onu hesaba katan yok. Katmak lazım.

Gazeteciliği baştan sona yanlış anlayan, yanlış yorumlayan patronlar ve gazete yönetimleri. Çoğu kez kendi inisiyatiflerinde olan kararları “siyasi iktidar istedi” kılıfıyla ambalajlayanlara soru yok mu?

Peki ortada duran onca sorunun muhattabı kim? Nerede?

Mesela, Vatan’da işine son verilen Deniz Güçer’in durumunu kime soracağız?

Hayatını gazeteciliğe adamış biri. Yediği gazete, içtiği gazete, uyuduğu gazetedir onun.

Herkesi, her şeyi gazeteciliği yapmak için feda edebilir. Zor nedir bilmez, yeter ki işin içine habercilik girsin.

Deniz iyi gazeteci değil miydi, yoksa Demirören Grubunun işleri, tasarruf için 3-5 gazetecinin işine son vermek zorunda kalacak kadar kötü mü?

Yoksa gazete bürolarını küçültmenin diğer adı, gazeteciliğin iğdiş edilmesi olmasın sakın?

Sahipsiz. Muhattapsız. Ortada kalmış sorular.

Ve şimdi. Gazetecileri işinden uzaklaştıranlara hesap soracak günlerden uzak, mekanizmalardan yoksunuz.

Artık gazetecilik mahalle kedilerinin birbirini tırmalamasının diğer adıdır, itiraf edin.

ŞİMDİ REKLAMLAR

İyi reklam: Enpara.com

Finansbank’ın “enpara.com” reklamları dönüyor ekranlarda. Otomasyona boğulmuş dünyada, bankaların, GSM şirketlerinin müşterilerine telefonda yaşattığı her türlü azap ve işkence açığını bulmuşlar. “En fazla 30 saniyede karşınıza gerçek bir insan çıkar” sözünü veriyorlar.

Dünyadaki yeni trendi yakalamışlar. Çünkü dünya şirketleri bir süredir, kaybolan insan ilişkilerini yeniden kurarak ayrıcalık yakalamaya geri dönüyorlar. Sadece “gerçek bir insan” aramıyor mu herkes? Yeni vaat bu.

İnsansız telefon hatlarıyla müşterileri kendilerinden soğutan bankalara, GSM şirketlerine ve diğerlerine duyurulur.

İyi reklam: TGRT Haber

TGRT Haber, kurumsal kimlik yenilenmesine gitti. İyi de yaptı. Haber içeriğine bir şey yapamasalar da, kimliğini ve tanıtım dilini yenilediler. Bu yenilenmeyi duyuran reklamlarını izlemelisiniz.

İzleyici segmentini yukarı konumlayan bir reklam dili. Özellikle de farklılık içinde bütünlüğü anlatan renkli kalemlerin konduğu kalemlik sahnesi pek hoş.

Kötü reklam: Sürat Kargo

Yaşlı teyzenin iki kolisinden birini Sürat Kargo taşıyor, diğerini motosiklet dünya şampiyonu Kenan Sofuoğlu.

Motosikletli olan daha çabuk götürmek için aşırı hızla adres arıyor. İstanbul başta olmak üzere, motosiklet kazalarının ve ölümlerinin fazla olduğu bir ülkede hıza özendiren bir reklam. Düşünmek gerekmez mi?

KENDİ OKURUMA NOT:

Erdoğan ve ekibi değerlendirmelerini yapmış. Sonuç: Halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı olarak Erdoğan, 10 ay fiili başkan olacak.
2015 genel seçimlerini Köşk’ten yönetecek. Güçsüz Başbakanla devam edilecek. Bu işlemezse, Gül seçimlerde vekil, sonra da genel başkan olacak’mış.

Kendi okurum bilsin ki, bu değerlendirme çöker. İşe bir de eğlenceli yanından bakın, oyun derseniz tahterevalli, heyecan derseniz bungee jumping.

AKLIMDA KALAN

Çocuk çığlığı: Aileden ve çocuktan sorumlu bakan Ayşenur İslam, çocuk cinayetlerine ve çocuk bedeninin gördüğü eziyetlere çözüm olarak “çocuklarınıza çığlık atmayı öğretin” dedi. O gün bugündür sinirlerim bozuk. Çözümden umudumu kesti Bakan İslam. İşkence gören, yakılan çocukların çığlık atmadığını düşünecek kadar duruma yüzeysel bakış, sorunu çözmekten uzaktır. Bu bakış açısı, liberalizmin geldiği dehşet verici noktanın en acı özetidir. Toplum tarafından kurtarılmak yoktur. Devlet seni koruyamayacak kadar küçük ve acizdir. Kendini ancak kendin kurtarabilirsin! Liberalizme hiç bu açıdan, çocuk ölümleri ve o ölümlere çözüm için çığlık atma önerisi üzerinden bakmış mıydınız?