Nuran YILDIZ

BU BİR MUCİZE OLABİLİR Mİ?

----- 26.01.2015 - 08:45 -----

Baştan söylemem gerek. Mucizelere inanmam. Belki de hayatımda hiç mucize olmadı, ondandır.

“Mucize”, Mahsun Kırmızıgül’ün son filmi. Sinema dünyasında üstü örtülü bir şaşkınlığa yol açan film.

Mesela, nasıl olur da arabesk biri, Batılı bir sanat dalında mahir olabilir şaşkınlığı.

Mesela, nasıl olur da alt kültürden biri üst kültüre dair kayda değer bir şey üretebilir şaşkınlığı.

Başrol oyuncusu Mert Turak’a “Filmi gerçekten o mu çekiyor?” sorusunu soranlar oluyormuş.

Aynı yamuk bakış, Mahsun’un “Güneşi Gördüm” filminde de ortaya çıkmıştı. Bence kötü, kaba bir filmdi ve şimdinin şaşkın kesimi o günlerde, o kötü filmi göklere çıkarmıştı.

Sinemamızda tuhaf bir lobi var, Doğu ve Güneydoğu konulu filmleri abukça göklere çıkarıp, daha film çekilmeden ödüllerini rezerve ediyorlar.

Konumuz o değil. “Mucize”nin başarısı.

İki Mahsun var ortada.

Biri, “Hepimiz kardeşiiiiiz” feryadıyla gırtlaktan yırtınıyordu.

Diğeri, sessizce filmini yapıyor.

Biri, vitrinde kalmak için takla atıyordu. Diğeri, sahne önüne adımını atmıyor.

Hangisi gerçek?

İkisi de gerçek olabilir. Müthiş bir dönüşüm geçirmiştir ki, öyle ise soytarılar dünyasında tersine dönüşüm, bir mucizedir.

Ya da. İkisinden biri gerçektir, diğerini oynuyordur.

Kanımca. İkincisi gerçek. Bir dönem. İkincisi, birincisini/arabeskçiyi oynadı.

Arabesk olmayanın hayatta kalamadığı günlere gelmişti ilk gençliği. Yontulmamış bir gırtlaktan okuyordu şarkılarını. Yontulmamış gırtlağın milyonlarca alıcısı vardı.

Oysa o. Gırtlak yontmanın diplomasını veren konservatuardan mezundu!

Yıllar önceydi. Türkmenistan’daki bir etkinliğe birlikte katılmıştık. En meşhur olduğu günlerdi.

Şaşkındım. Aşkabat’ta birlikte takıldığım adam, gırtlağını yırtan adam değildi.

Kurduğu cümleler, “entelim” diyen pek çok kişiye fark atacak türdendi.

Ziyaret ettiğimiz bir mekânda, anı defterine bir paragraf yazdı.

Arabesk cümleler arka arkaya sıralanacaktı, kendimi öyle hazırlamıştım. Kalemi bırakınca bana döndü, “yazdıklarımı okumak istiyorum, bakalım hocam nasıl bulacak” dedi ve okumaya başladı.

O günlerde bu kadar pelesenk olmamış “küreselleşme”den başlamış, uluslararası ilişkilerden devam etmiş, kültür ve eğitimin önemini anlatan incelikli bir paragrafla bitirmişti.

“Şaşırttınız beni” dediğimde, “Benden beklemediğinizi biliyordum” dedi ve ekledi: “Sahnede, ne istiyorlarsa onu veriyorum. Ama sahne gerisinde çok çalışıyorum, konservatuvarlıyım.”

Mahsun Kırmızıgül, “Mucize” filminin başarısıyla, birçok ders verdi.

Mesela, gerçek başarıda mucizeye yer olmadığını, sadece ve sadece çok çalışmak gerektiğini gösterdi.

Mesela, iyi bir iş yapınca mutlaka tavuk gibi gıdaklamak gerekmediğini gösterdi.

Mesela, her film öncesinde ortaya atılan magazin aşklarının orta yerinde, işini aşkla yapmayı gösterdi.

Son zamanlarda. Sonuçlar üzerine ahkâm kesmek, süreci görmezden gelmek moda oldu.

ZEYBEK OYNAYAN ADAM NEDEN ÇEKİCİDİR?

Üst üste birkaç arkadaşım “Adam ne güzel zeybek oynuyor?” deyince kayıtsız kalmam olmazdı.

Önce Şeref Meselesi’nin fragmanında (yoksa jeneriğinde miydi?) iki başrol oyuncusunun zeybeğini izlemiştim.

Arkadaşlarım söyleyince. Beyaz Show’da Burak Özçivit’e baktım.

İyi zeybek oynayan adam kadınları neden etkiler, sayalım;

Bir, zeybek meydan okuyucudur.

İki, ağır adamın oyunudur.

Üç, sululuk kaldırmaz.

Dört, “bak ama dokunma” dercesine kışkırtıcıdır.

Beş, keskindir, yumuşamaz.

Altı, boşvermiş bir tarzla kararlı bir hal karışımıdır.

Bir de beyaz gömlek tabii:)

AKLIMDA KALAN

“Dönmeyenlerin sesi”: TRT Türk’te belgesel. Türkiye’den göç etmiş insanlar anlatıyor. Hayatta kalma mücadelesini. Bu pazar. Sabah kahvaltımın sürpriziydi. Dili öyle dokunaklıydı ki, eğlenceli bir şey aradığım halde takılıp kaldım. Çayımdaki şekere tuzlu gözyaşı da katıldı. Göç anlatıları bana çok dokunur. Neden bilmem. Büyük olasılık özlemenin çaresizliği. Yarım kalmışlık. Sıkışmışlık. Kimse mecbur kalmazsa memleketini terk etmeze inandığımdan. Bu pazar. Genç bir adamın tanıklığı vardı ekranda. Yurt dışında yaşayan Türklerin yıllar yılı “ne oralısın ne buralısın” çıkmazını tersine çeviriyordu, “Anladık ki, hem oralıyız hem de buralıyız” derken. “Bizi hiç içlerine almıyorlardı, diskolarına giremiyorduk, gençtik ve disko kapısından geri çevriliyorduk. Çünkü yabancı kotaları vardı.” O diskolara girebilmek için önce break dance, sonra rap yapmaya başlamışlar. “Kavga ederek değil, olumluya çevirerek kendimize yer açtık biz de” diyordu. Almanya’da doğmuştu ama hep “Memleketinize ne zaman döneceksiniz?” sorusuyla karşılaşıyordu. Memleketi orasıydı zaten, nereye gidecekti ki… “Hep biliyordum biz hiç dönmeyecektik memlekete” dedi ve şu cümleyi eklediğinde bardağımdaki çay gözyaşından içilmez oldu: “Ama ölünce döneceğim, çünkü Türkiye’de gömülmek istiyorum.” Tamam rap sevmem de, tüm bunları anlatan adam, ırkçılığa karşı müzik yapan Microphone Mafia’nın solistlerinden biriydi ve ben bu grubu nasıl atlamışım ki…