Nuran YILDIZ

“DELİLERİN ALTIN ÇAĞI”

----- 18.05.2015 - 09:30 -----

Başlıktaki ifadeyi Akif Beki’nin köşesinden aldım. Arkadaşımdır, aldığıma kızmaz.

Akif, Meral Akşener ve medya konusuna Michel Foucault’nun yazdığı “Deliliğin Tarihi”nden girmiş. Ama. Başlıktaki ifadesi bana Erasmus’un “Deliliğe Övgüsü”nü anımsattı.

“Aşk Yüzyılı Bitti”de, sadece ülkemizin değil, bütün dünyanın bir tür açık hava tımarhanesine döndüğünü anlatmıştım uzun uzun.

Aklını, şuurunu kaçırmış, muvazenesini yitirmiş ne kadar çatlak varsa topunun birden ekranlarda başa oturtulduğunu yazmış Akif.

Kendisi, Cumhurbaşkanının eski basın sözcüsü. Dostu.

Ayırım yapmamış ama, Akşener’den konuya girince kastı olmasa da ifadesi iktidar medyasına doğru.

Medyanın büyük kısmına genellemekte hiç sakınca yok.

Hafta sonu. İktidarın merkezine hayli yakın bir grupla sohbet ettim. Medyanın dilinden, düzeyinden rahatsız olduklarını saklama gereği duymuyorlardı. Önceki Hükümette bakanlık yapmış biri “eskiden böyle değildi” diye hayıflanıyordu, “bir edep, bir düzey vardı.”

Hükümete hayli yakın bir televizyonda Meral Akşener’e hakaret edilince.

Cumhurbaşkanı ve eşi Akşener’i aradı. Başbakanın eşi aradı. Önceki cumhurbaşkanının eşi de. Meclis Başkanından bakanlara, hepsi üzüntüden kahrolmuşlardı. RTÜK kıyıp ceza bile kesti.

İyi de. Topu birden tiyatro çeviriyor olabilirler mi?

Görünürde o medya mensuplarına zılgıtı çekip, görünmezde sırtını mı sıvazlıyorlar? Sanmam.

Öyleyse durum başka mı?

Akif yazısında “delilerin altın çağı” derken, modernist.

Modernist bakış açısı “akıl”a vurgu yapar. Bir şey akılla açıklanamıyorsa delilik halinden, akıl tutulmasından söz edilebilir.

Bu yol, modernistlerin ilk girdiği kapıdır. Oysa başka başka kapılar var.

Mesela. Hükümet, iktidarını kadroları aracılığıyla kullanır. Kasıt bürokrasidir. Bu bilgi, siyaset bilimine girişte verilir. Bugün medyayı bürokrasiden ayrı tutmak olası değil.

Muhaliflerin “kadrolaşma” diye kızdığı şey, hükümetler için “iktidar kurma araçları”dır.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “tek adam partisi” olarak bugünlere geldiği düşüncesinde herkes hemfikir. Tek adam vardı ama kadroları yoktu.

Geçen sürede. Kadro sorunu kendilerinden olmayanlarla ittifaklar kurarak aşıldı. “Cemaat” gibi.

O yapı çözülünce. Hükümetin özellikle kendi medyasının üslubundan, hoyratlığından rahatsızlığı gerçek olabilir. Ve fakat. Yerine koyacak nitelikte kadrosal sorunları var. Malzeme bu, Hükümet de biliyor.

“Deliliğin altın çağı”na geri dönersek. Burada en “akıl içi” açıklamayı postmodernistler yapabilir: Kurallar ortadan kalkıp, kurumlar zayıflayınca, kim kimi tutarsa öpebilir. Maalesef.

HER KUŞUN ETİ…

Meral Akşener’i “Bunu yapar, şunu yapmaz”, “Karakterine şahitlik ederim” gibi cümleler kurmanın ona hakaret olacağını bilecek kadar tanırım.

Kimsenin şahitliğine ihtiyaç duymayacak kadar kendisine güvenir.

Hayat onun için meydan okumalar zinciridir. Birbirine ekler durur.

Zor koşullarda. Telefonum çalmazken. Eline yemeği alıp kapımı çalmış bir kadındır. Bende kıymetlidir, eski deyimle yeri başımın üstündedir.

Biricik oğlunun düğününde birlikte heyecanlandık. Düğün yerini dolduran kalabalıklar çekilince. Gelini alıp giden Fatih’ciğinin ardından el salladık.

Sadece kızını evlendiren değil, oğlunu evlendiren anneler de hüzünlenirmiş Meral Akşener’in yüzünde görmüştüm o akşam.

Sevenleri ona “asena” dese de, benim için “amazon”dur. Terme’de yaşadığı varsayılan amazonların, İzmit şubesindendir. Kesin.

Kaldı ki. Biz. Dostlarımızın iyi günlerinde uzağında, kötü gününde yakınında duran demode insanlarız. Alnından öptüğümüz kadar gözlerinin yaşından da öperiz.

Televizyonda. “Benim ve tüm kadınların namusu, bu ülkeyi yönetenlere emanettir” derken. Kucağına bırakılan krizi, ülkeyi yönetenlerin kucağına bırakıverişini izledim. Canını yakmak isteyenler gücünü artırmıştı.

O sözlerden sonraydı, iktidar çevrelerinin art arta açıklamalar yapıp, destek telefonları etmesi.

Akbabalara diyeceğim o ki, her kuşun eti yenmiyor işte…

FENERBAHÇE’NİN HALİ VE TEMEL FIKRASI

En bilinen fıkradır. Temel İngiltere'de bir araba almış. Arabasıyla eve giderken radyoyu açmış. Radyoda spiker panikle: “Tüm sürücüler dikkat! Ana yolda yanlış yönden giden bir araç dehşet saçıyor!”

Temel direksiyonu sağa sola çevirmekten bitkin bir halde bağırmış: “Ne biru, hepisu hepisu!”

Temel’in durumuyla Fenerbahçe’ninki tıpatıp aynı.

Trabzon’da otobüslerine saldırıldı. Hep birlikte sporda şiddeti kınadık.

Arkasından. Rize ve Bursa maçlarından sonra da tatsız olaylar yaşandı.

Yeni. Emre Belözoğlu feribotta Beşiktaşlı taraftarlarca tartaklandı.

FB Teknik direktörü Kartal şöyle demişti geçenlerde: “Biz de bu ülkenin takımıyız. Her gittiğimiz yerde bizim kadar taşlanan, tepki alan futbol takımı var mı?”

Sen Başkan Aziz Yıldırım’ın, kaleci Volkan’ın, kaptan Emre’nin yerleşik kışkırtıcı üslubunu görmezden gel.

Türkiye’nin futbol oynanan hiçbir köşesinde Fenerliler dışında, Fener’e saygı ya da sempati duyan kimse olmasın. Sen “acaba biz nerede yanlış yapıyoruz” deme, bir de sitem et.

AKLIMDA KALAN

“Şeref Meselesi”nin sonu: Yaza yaza bir tür “Şeref Meselesi” uzmanı oldum sayılır. Kanal D dizisinin uzun yıllar yayında kalacağı bekleniyordu. Bir sezonda ömrünü doldurdu. Oysa reyting için her şey vardı. Yakışıklı delikanlılar. Güzel kızlar. Öl öl bitmeyen mafya vs. Olmadı. Sorun, yabancı bir diziden devşirme senaryoydu. Başlarda ilgi çeken konu, ilerledikçe ters tepecek noktaya geldi. Rahata alışmış senaristler, yabancı dizideki halini uyarlamakla yetindiler. Hiç ama hiç bizim tv izleyicimizi rahatsız eder mi, etmez mi düşünmediler. İki erkek kardeş, birbirlerinin sevgilisini, eşini değiş tokuş yapar gibi bir hale gelmişti hikaye. Seyircinin mide bulantısı tutuverdi. Tamam, “Binbir Gece”de, para karşılığı başkasıyla yatan evli kadın reyting aldı, ama o da nihayetinde oğlunun hastalığına para bulmak içindi seyirci kafasında!