Nuran YILDIZ

KENAN TEKDAĞ’A SORULAR

----- 24.08.2015 - 09:30 -----

Habertürk’ten son kovulan üç gazeteci haberini okumuş olmalısınız.

Bir profesörün sözleri tek cümlelik kutu yapılınca üç gazeteciyi işten attılar.

Neydi o tek cümle?

Şuydu: “Fazla maden suyu içilmesi yüksek tansiyon hastalarına zararlıdır.”

Gazetenin yayın yönetmeni “O maden suyunun şişesini kim yapıyor, o sodayı kim satıyor biliyor musun?” sorusuyla sermaye-medya ilişkisinin tarihsel bir örneğini vermiş oluyordu.

(Ki bu örnek için iletişim fakültesi hocası olarak kendisine müteşekkirim. Artık öğrencilerimize sermaye-medya ilişkisini taze bir örnek üzerinden somutlayabileceğiz.)

Sonra da editörden başlayarak, haberi yapanı, haberi geçeni işten attılar.

Zincirleme gazeteci kovma tamlaması gibi.

Başarabilseler o cümleyi sarf eden profesörü de elbette işten attırmaları gerekirdi, kendini kaybediş o derece.

Bu tür olaylar artık, dibe vurmuş gazetecilik anlayışımızda son derece olağan işler.

Kimse şaşırmış da değil.

Sadece.

Kenan Tekdağ’a aramızdaki eski hukuka dayanarak birkaç şey sormak istiyorum.

Kenan Bey;

Söyler misiniz, gerçekten gazetenizdeki bir cümle nedeniyle maden suyu satışlarının sona ereceğini düşünüyor musunuz?

Velev ki öyle oldu. Yüksek tansiyon hastalarının riske girmesini umursamayacak kadar vicdan yitimine uğramış olabilir misiniz?

Gazetenizde yazan her cümlenin bu kadar etki yaratacağına inanacak kadar kafanız karışmış olabilir mi?

Bir maden suyu cümlesinden üç gazeteciyi işten atacak kadar heyecanlı birine, gazete yönetimini teslim ettiğiniz için içiniz rahat mı?

Bu ülkede, 30 yılını gazeteciliğe vermiş bir gazetecinin emekli olarak, keyif içinde mesleğinden ayrılmasını beklemek pek mi hayalcilik olur?

Medyadaki pespayeliğin faturasını Hükümete ve de Cumhurbaşkanına çıkarmak kolay da, o faturada siz patronların hiç mi sorumluluğu yoktur?

Ve Kenan Bey lütfen söyler misiniz, üzerine titreye titreye oluşturduğunuz gazetenin geldiği noktadan memnun musunuz?

BAZEN OLDUĞUN GİBİ KALMAK İYİDİR…

Piyasada şöyle bir kural vardır: Yaptığınız iş iyi gidiyorsa, o işi geliştirmelisiniz.

Bu doğrudur. Ne var ki, her doğru her zaman doğru değildir.

Mesela. Şirketlerde geçerli bir kural, tv dizilerinde geçerli olmayabilir.

Geçen sezon. “Poyraz Karayel” dizisi vardı.

Senaryosuna emek harcandığı belli oluyordu.

Saçma sapan, gerçek olamayacak kadar abzürt olaylar, gerçek oyunculuklarla dengeleniyordu.

Son yılların en iyi çocuk oyuncusunu (Ataberk Mutlu) kazandırmıştı tv dünyasına.

Sıcak ve protest bir karakter eklenmişti zihnimizdeki kurgu karakter listesine: “Küresel sermaye karşıtı mafya Zülfikâr”

Dizi tutmuştu. Reyting almıştı.

Şimdi. Dizinin yeni sezonuna, yeni oyuncular eklemişler. Yeni oyuncularla sezona iddialı gireceklermiş. Güya.

Bu aklı kimler veriyorsa dizi yapımcılarına, yanlış yapıyorlar.

Tutmuş bir işi fazla kurcalamak olmaz, bu bir.

Seyirci dediğin kesim tutucudur, değişiklikten rahatsız olur, bu iki.

Abartı ve köpürtme ters teper, bu üç.

Samimiyeti yakalayan dizi, bunu kaybederse reytingini de kaybeder, bu da dört.

AKLIMDA KALAN

Reşad Ekrem Koçu mevsimi: Yaz başında. Karar vermiştim, yaz bittiğinde Reşad Ekrem Koçu kitaplarını da bitirmiş olacaktım. Benim için bu yaz Reşad Ekrem Koçu mevsimi olacaktı, oldu da. Çünkü, tesadüfen sayfalarını karıştırdığım bir kitabında diline hayran olmuştum. Tam sevdiğim gibiydi cümleleri. Kısa, doğal, akıcı. Okuduğunu yaşatıyor. Kendime kızmış, kızmış, kızmıştım. Koçu’yu bu kadar geç keşfettiğim için. Mikro tarih okuma arzum, mikro tarihi hikâyelendirme ustasının yazdıklarını okudukça arttı. Tam Koçu kitaplarının sayfalarına kendimi kaptırmış, Osmanlı saray odalarında kaybolmuş giderken, İlber hocanın Hülya Avşar’a önerdiği kitapların Reşad Ekrem Koçu’ya ait olması da hoş bir tesadüf oldu. İlber hoca tarzıyla söylemem gerekirse: Reşad Ekrem Koçu okumak lazım. Gidip abuk sabuk yerlerden tarih hikayeleri okuyup, tarih dizileri izleyeceğinize…