Nuran YILDIZ

ERDOĞAN’IN YUMUŞAK KARNI VE AHMET HAKAN

----- 02.10.2015 - 11:15 -----

Liderler, İmajlar ve Medya” kitabını yazdığımda Recep Tayyip Erdoğan daha ilk seçimini (2002) bile kazanmamıştı.

Merkez medya tarafından “Tayyip” ifadesiyle anılıyordu. Değil 13 yıllık güçlü bir siyaset adamı olacağını, seçimi kazanmasına bile ihtimal verilmiyordu.

Kitapta Erdoğan’ın meziyetleri ve hasletlerinin seçmende yaratacağı etkiyi yazmıştım.

Siyaseti bilmemekle suçlandım.

Oysa kitabım, siyaset bilimi doktora tezimdi. Tezde Erdoğan yoktu. Ortada Erdoğan da yoktu.

Yine de yayınlanmadan önce Erdoğan kısmını eklemiştim. Çünkü adam yükseleceğinin bütün işaretlerini veriyordu anlayana.

Kitap yayınlandı. Sonra Erdoğan seçim kazandı. Medyanın aranan referans kişisi oldum.

Konuk olduğum tv kanallarında, gazetelerde şöyle cümleler kuruyordum: “Erdoğan’ın fazileti kendisini bilmesidir.”

Sonra bu cümleyi açıyordum. Halkın içinden geliyordu. Erbakan’ın yanında taban siyasetini öğrenmişti. Nabız tutmayı biliyordu.

Ve fakat. Bir ülkeyi yönetmek için yeterli bilgiye sahip değildi. Bu nedenle ekibine çok önem veriyordu. Bilmediği şeylerin boşluğunu ekibiyle dolduruyordu. İşte bu da faziletti.

Ekibi onun için her şeydi. Onlarla zaman geçiriyor, espri yapıyor, tartışıyordu. Zırhlanıyordu.

Kimlerdi bu ekip?

Ömer Çelik vardı, kamu yönetimi biliyordu. Siyaset bilimi üzerine yoğun okuyordu.

Yalçın Akdoğan vardı. İletişim okumuştu. Siyaset ve iletişim üzerine kafa yoruyordu.

Mücahit Aslan (Ali İhsan Aslan) vardı. İletişim mezunuydu. Felsefeyi önemsiyordu. Ama en büyük meziyeti dinlemeyi biliyordu. Dinliyor, yorum yapmıyordu. Bildiklerini kafasından geçirip sadece Erdoğan’la paylaşıyordu. Sır küpüydü.

Erol Olçok vardı. Siyasi mesajlarda ustaydı. Zaman zaman Erdoğan’ın itirazına rağmen hayata geçirdiği kampanyaların başarısıyla Erdoğan’dan takdir görüyordu.

Sonra. Sonra. Bu ekibe Mahir Ünal katıldı. Tanıdığım en iyi fikir tokuşturucularından biridir.

Yukarıda saydığım ekip benim de arkadaşım oldular. Çünkü iletişim, medya, siyaset üzerine yazdığım/ konuştuğum her şey onlarda olumlu/olumsuz bir karşılık buluyordu.

Bilgi besleyiciydi, farkındaydılar. Eleştiri ya da olumlama olması fark etmiyordu.

Sonra. O ekibe Nabi Avcı, Edibe Sözen gibi ağır toplar dahil oldu.

Bu ekip Erdoğan’ı güçlendiriyordu. En çok da fren mekanizması işlevi görüyorlardı.

"Fren mekanizması” işlevi liderler için yaşamsal bir iştir. Tıpkı otomobil kullanan herkes gibi.

Zamanla. Erdoğan’ın yakın ekibi başka görevler üstlendiler. Bir anlamda vefa borcunun karşılığını aldılar.

Son yıllarda kimi milletvekili oldu. Kimi bakanlık yaptı. Kimi parti görevleri üstlendi.

Kısacası, öncelikleri Recep Tayyip Erdoğan olmadı. Kişisel dünyalarında hep öyleydi ama hayatın akışı içinde başka meşguliyetlerle uğraşmak zorundaydılar.

Bu durum, Erdoğan’ın etrafında önemli bir boşluk oluşturdu. Liderlerin etrafı boşluk kaldırmaz. O boşluk mutlaka dolar.

İşte, sorun da orada başladı. Yeni boşluk doldurucuların çok önemli bir meziyetleri yoktu.

Boşluğu doldurmalarının iki önemli nedeni vardı: Birincisi koşulsuzca Erdoğan’a methiyeler dizmek. İkinci ise pek çok insanın “tetikçilik” dediği, kendileri gibi düşünmeyen herkese saldırmak.

Bu ekibi de tek tek isimle sayabilirim, sizler de sayabilirsiniz. Ne var ki o isimleri anarak onlar tarafından tehdit edilmek istemiyorum. Beni koruyacak kimse yok.

Onlar Erdoğan için silahları olduğunu söyleyenlerdi. Gazete köşelerinden ya da gazete manşetlerinden Erdoğan’ı eleştirenlere ölüm ya da tutuklama tehditlerinde bulunanlardı.

Sağduyuya davet edenleri bile gidip Erdoğan’a şikâyet edenlerdi.

Onlara güvenemezdiniz. Dün bambaşka insanlara övgü savurup, bugün Erdoğan’a yakın duranlardı.

Gerçekten Erdoğan için halen emek veren yakın çevresindeki küçük grup bile bu yeni gelenlerin baskısı altında eziliyordu.

Erdoğan’ın yumuşak karnı işte buradaydı; Bir kere “paralelci” kesimin tam olarak ayıklanması mümkün değildi. O kesimi Hürriyet’e yapılan saldırıda bir kez daha görmüştü.

İkincisi sonradan olma ekibin “fren mekanizması” işlevi yerine “fren boşalması” ve “gaza basma” işlevi görmesiydi.

Erdoğan 7 Haziran’daki oy kaybıyla durumu fark etti. Ve ekibinde yeniden bir yer değiştirmeye gitmeye başladı. Bunu kongrede aldığı tutumda gördük.

Ancak.

Freni boşalan ekibin söylemleri bir kesimde karşılık buldu ve eylemlere dönüşmeye başladı.

Bu eylemler Hürriyet saldırısında olduğu gibi maddi hasarlara yol açsa da, zihinlere verdiği hasarlar daha büyüktü. Başı çekenlerden biri milletvekilliğinden oldu.

Ne var ki, aynı tehdit söylemleri şiddete dönüşüp Ahmet Hakan’a saldırıya da yol verdi.

Bir gazetecinin saldırıya uğraması ölmesinden, yaralanmasından, kısacası bireysel bir durum olmaktan çok daha büyük sorunlara işaret eder.

Şiddetin yolunu açmak, sözün yolunu kapatmaktır ki buradan tüm ülke zararlı çıkar.

Sözün özü, her lider yola kimlerle çıkmışsa, onlarla devam etmelidir. Fren mekanizması, gaz mekanizmasından daha önemlidir. Güçlendiği dönemde gemiye binenleri geminin “kıç” kısmından ileriye almamalıdır.

Yukarıda sıraladığım eski ekip günlerinde, Kanal 7’de haber sunduğu günlerden itibaren, zaman zaman kızdığım ama her zaman yazma biçimine imrendiğim arkadaşım Ahmet Hakan’a geçmiş olsun.

AKLIMDA KALAN

Bir çocuğun çocukluğu: Tandoğan meydanında. 145 saniyelik kırmızı ışıkta duruyoruz. Trafik yoğun. Her kavşakta olduğu gibi orada da, o saatte okulda olması gereken çocuklar araba camlarına yapışıp para istiyorlar. (Sosyal devlet bu çocuklara çözüm bulmuyor! Müdahil olmuyor.) Çocukların her biri bir araba camına yapışırken. Bir tanesi süs havuzunun kenarına oturmuş. Şişe kapağıyla havuzdan su alıp başka yere taşıyor. Dünya umurunda değil. Arkadaşlarının uyarıları umurunda değil. O bir çocuk ve oyun oynuyor! Onu oradan alasım ve bağrıma basasım var. Yeşil yanıyor ve oradan gidiyorum. Aklımı o çocukta bırakarak. Sosyal devlet ne demek, bunu anlamadan ülke yönetenlere kızarak…