Nuran YILDIZ

AHMET HAKAN’IN YAZDIĞINI OKU, DEDİĞİNİ YAPMA!

----- 10.03.2015 - 09:45 -----

Baştan söyleyeyim, Ahmet Hakan’ı severim.

Kafa adamdır. Dünya yansa, mavrasındadır.

Deniz Baykal, o Ahmet’in mavralarını ciddiye aldı.

Sinirlendi. Huzuru kaçtı.

Uzun uzun cevap yazdı.

Ahmet ne yaptı?

“Bahse girerim, Baykal AK Parti’ye geçecek” iddiasından çark edip, “ben mavra yapıyordum zaten” dedi.

Bu bağlamda.

Sadece Deniz Bey değil, bir sürü aklı başında görünen insan Ahmet’i okuyup geçmek yerine ciddiye alıyor.

Dedim ya, Ahmet’i severim.

Daha kendi mahallesinde olduğu günlerden. Popülerliğiyle yapışkan eş-dost denizine düşmeden önceki, diğer mahalleden edindiği ilk arkadaşlarından biri sayılırım.

O zamanlarda ciddiye alınmak isterdi, şimdi tam tersini istiyor.

O zamanlarda sakalı yaşlı görünmek için uzatıyordu, şimdi genç görünmeye ihtiyacı olacak kadar yaşlandı.

O zamanlarda sözünün içerikten beslenen bir değeri vardı. Şimdi de sözünün bir değeri var, ama bu kez popülizmden besleniyor.

Arkadaşlığımızın eskiliğinden, arada bir hırlaşsak bile diyaloğu koparmayız.

Neyse.

Gerçekten Ahmet’i sever, yazılarını keyifle okurum.

Kaleminin ve de zihninin kıvraklığının hastasıyım.

Ama. Yazdıklarını ciddiye almam. Kendisi de almaz zaten.

Ciddiye almam, çünkü;

Bir, aynı konuda bir gün öyle bir gün böyle yazar.

İki, anlatmak için değil, okunmak için yazar.

Üç, ayarı yoktur, neyin nereye varacağını bilir ama umursamaz.

Dört, bir gün o konuda uzmandır, akıl verir, bir gün bu konuda.

Beş, dediklerini yapar da çuvallarsanız, sorumluluk almaz. Haksız da sayılmaz.

Altı, yazarken fikirden yola çıkmaz, mavradan yola çıkar.

Yedi, abartmayı sever, bazen sadece abartmak için yazar.

Sekiz, erkeklere yazarmış gibi görünüp aslında kadınlara yazar.

Sonuçta. Bu gösterisel medya düzeninde herkes Ahmet Hakan olmaya heveslidir. Sadece o, düzenin kurallarını iyi özümsemiştir.

Zamanın karakterinin/okurunun ruhunu yakalamıştır.

Kutlanması gerekir. Onu değil, onu ciddiye alanları eleştirmek gerekir.

İŞTE BU YÜZDEN!

Derste markalar üzerine konuşurken. Öğrencilerimden Batur, Galatasaray’ın bileklik kampanyasını eleştirdi. Beşiktaş’ın duygu boyutu yüksek işlerine gönderme yaptı.

Gerçekten de, başka takımları tutan her taraftarın neden Beşiktaş’a sempati duyduğu önemli.

Bir tarafta, Galatasaray forması giydirdikleri şişme kadını yakan, bunu da “aşağılamak için yaptık” diyen sığ bir Fenerbahçe anlayışı varken.

Bir tarafta, sahtesi sokakta bir liraya satılan bileklikten medet uman saf bir Galatasaray varken.

Beşiktaş, Düşler Akademisi’nin engelli öğrencileriyle sahayı inleten İstiklal Marşı reklamlarıyla yüreklere oynuyor.

Fatih Altaylı’nın dediği gibi, “Para Fener’de, kafa GS’de var” ama, duygu da Beşiktaş’da var.

ACABA HANGİSİ?

Ankaralı hakim Şerafettin Şanver, “Nafaka süresi evlilik süresine göre olsun, üç aylık evliliğe ömür boyu nafaka olur mu” demiş.

Bir yanım, “Hakim haklı, evliliği emeklilik garantili şirket gibi görenler var” diyor.

Bir yanım, “Hakim haksız, boşanan kadın ömür boyu ayıplı ürün, boşanan erkek ise kıymete binen eser gibi görülüyor” diyor.

BU NEYİN KAFASI?

“Zürafanın düşkünü, beyaz giyer kış günü” derler, o misal.

Hürriyet Kelebek, hem de en sıcak şubat ayını yaşadığımız günlerde “kışlık örgü kampanyası” başlattı.

Mülteciler konusunda, zihinsel olarak o kadar uzak bir noktada duruyorlar ki o kadar olur.

DÖKÜLÜYORLAR

Yazmaktan yoruldum. Reklam dünyamız derin bir krizde.

En son. Çağatay Ulusoy’a ödedikleri para, çocuğun aklını alıp gitmiş, ne isteyeceğini bilemez olmuş.

Neden?

Fikir yok, marka vizyonu yok. Yüklen popüler isimlere olsun bitsin.

Markaları üç günlük dizi oyuncularına yüklemek gibi tuhaflıklar almış başını gidiyor.

Bazen de fikir iyi, uygulama felaket.

Kötü işlere kamyonla para yatıran reklamverenlere acıyorum.

Mesela, Filli Boya’nın “kadınlar günü” işi.

Tv reklamıyla, gazete reklamı birbirinden tamamen kopuk.

“Param var da nereye harcayacağımı bilmiyorum, dağıt gitsin” der gibi.

Tv reklamında ise buluş iyi. “Mustafa Kemal’in Kağnısı” şiirini canlandırmışlar.

Uygulama fena.

Başrolde “öküz” var, Elif yok.

Şiiri seslendirende ses var, ruh yok.

Heyecan dozu yüksek bir şiir, yoga seansının fonuna dönüşmüş.

Of ki, ne of!

AKLIMDA KALAN

“Hiç mi ‘olmamış’ diyen yok?” merakım: Ankara-İstanbul otoyolundan günde binlerce araç geçiyor. Bolu tüneline girince radyonuzdan tünele dair bir uyarı anonsu duyuyorsunuz. Anons İngilizce ve Türkçe. Ne var ki, seslendiren kızımızın vurguları fena, İngilizce metindeki sözcükler yanlış. Biz, imaj yönetiminde zaman zaman kulağın ve burnun, gözden önemli olduğunu anlatırız. Seslendirme sanatçılarının çok ama çok iyi olduğu bu ülkede, Karayolları Genel Müdürlüğü hem ses, hem vurgu hem de metin olarak daha iyisini yapabilirdi. Tünele hangi ruh haliyle girersek girelim, keyifli bir ruh haliyle çıkabilirdik. Ulaştırma Bakanına duyurulur.