Nuran YILDIZ

MİLLİYET İÇİN EL FATİHA…

----- 13.06.2016 - 16:00 -----

Okuma yazmayı, Abdi İpekçi’nin Milliyet’inin haber başlıklarından öğrenmiş biri olarak Milliyet’in bendeki izi derindir.

Milliyet Çocuk Dergisi’ni gazete dağıtan amcadan ilk alan olmak için kardeşlerimle sokağın en başına kadar yarışırdık.

O yüzden.

Milliyet’in başına bir şey gelse, benim başıma gelmiş gibi dertlenirim.

Ercüment Karacan gazeteyi Aydın Doğan’a satınca, çocuk aklımla ne kadar üzülmüşsem, Aydın Doğan, Demirören Grubuna sattığında da iletişim alanından ekmek yiyen biri olarak o kadar üzülmüştüm.

Demirören’lerle solunum cihazına bağlanan Milliyet’in, Fikret Bilâ’nın yayın yönetmenliğinden ayrılmasıyla fişi çekilmiş oldu.

Gerçek nedeni ne olursa olsun, zannımca Fikret Bilâ, manşete Total benzin istasyonlarının bayi toplantısını koyduğu gün masasını toplayıp gitmiştir.

Koskoca Milliyet’in, Demirören şirketleri yayınına dönüşmesi olacak şey miydi? Oldu.

Bilâ camiada tanıdığım en dengeci, sinirlerini en kontrol edebilen, devleti en iyi bilen gazetecidir.

Adam gibi adamdır. Ketumdur, konuşmaz. Bunu bildiğimden ona sormadım, Milliyet’teki arkadaşlarımla konuştum.

Özetle dediler ki;

“Fikret Bilâ gazetede bir nevi denge unsuruydu.”

“İktidar haberlerini büyütmekle birlikte yalakalık yapmıyorduk. Muhalefete yönelik tuzak haber yapmıyorduk. Bu arada elbette iktidarı zor duruma düşürecek haberleri de görmüyorduk.”

Arkadaşlarıma göre, patronajın tek derdi “Erdoğan'ı kızdırmayacak gazete yapmak”mış.

“Hürriyet'in de artık bizden pek farkı yok” dediler.

İçlerinden biri şöyle devam etti:

“Fikret Bilâ epey sıkıntıdaydı... Hemen her gün patronajdan ‘Cumhurbaşkanını biraz daha büyütseniz iyi olur’ uyarısı geliyordu. Can Dündar'ın birinci sayfada haber yapılmasını istememişlerdi, o yüzden kavga çıkmıştı. Bilâ rest çekerek birinci sayfanın diplerinde iki sütun haber verebilmişti.”

Bizimkilerin anlattıkları daha bitmedi:

“Kimi zaman (Fikret’e) ‘şu haberi çıkar’ diyorlar ama sebebini söylemiyorlardı. Denetimi genelde Meltem Hanım yapıyordu.”

O da kimdi ki? Sordum. Demirören’in kızıymış.

“Fikret Bilâ yönetimle, Cumhurbaşkanlığı arasında köprü vazifesi yapıyordu. Gazete personeli de Fikret’ten memnundu. Çünkü gerçekten mütevazı ve herkesi en azından dinleyen bir kişiydi” dediler ve eklediler:

“Medyada bu nitelikte bir adam bulunamaz.”

“Peki şimdi Milliyet’e ne olacak” sorumun yanıtları ise şöyle oldu:

Fikret Bilâ, Hürriyet'in Cumhurbaşkanlığı gezilerindeki değişmez temsilcisi olacakmış.

“Gazetenin başına Mehmet Soysal'ın geleceği söyleniyor ama o zayıf ihtimal.”

“Erdoğan Demirören kendisiyle konuşan iki gazeteciye, ‘Mutlaka gazetenin içinden birini getireceğiz’ dedi.”

Ama. Gazetenin içinden fazla aday çıkmazmış. Zaten kimse de bu işe soyunmak istemiyormuş.

Çünkü sık sık patrondan gelen emirle sayfa değiştiği veya fırça yedikleri için herkes mutsuzmuş.

Haydi şimdi, Milliyet için El Fatiha.

BİZ KÖTÜYE “KÖTÜ” DERİZ…

-1-
Fatih Terim için görüşlerimi defalarca yazdım. Kendisine “Bir zamanlar kartaldı” ifadesi uygundur.

Terim egosu, TFF’nin koşulsuz desteği, hayli yüksek maaş ve spor medyasındaki yozlaşma tarafından tüketilmiş bir teknik adamdır.

Hazırlık maçlarında zoraki alınmış 1-0’lık sonuçları göklere çıkaranlar, Hırvatistan yenilgisinden sorumludurlar.

Acıklı olan, yenilgiden sonra Terim’in çıkıp “Buradan ders çıkaracağız” demesidir.

Birileri ona Fransa’da hazırlık maçı oynanmadığını, orasının ders çıkarma değil, alınan dersleri ortaya koyma yeri olduğunu anlatmadıkça.

Kötüye “kötü” demedikçe işimiz şansa kalmıştır.

-2-
Türkiye’nin tanıtım stratejisi baştan sona değişecekmiş. Yine. Her Turizm Bakanı değiştiğinde tanıtım stratejimiz değişiyor.

Ne bir politika, ne de sağlam bir tanıtım alt yapısı oluşturulabiliyor.

Bir zamanlar. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından ilkine davet edildiğim, sonra da cemaat yapılanması tarafından listeden çıkarıldığım bir tanıtım komitesi kurulması çalışmaları vardı. Ne oldu ona?

Her bakan değişimiyle gömlek değiştirir gibi tanıtım politikası değişir mi?

Kötüye “kötü” demedikçe, olacak böyle.

-3-
“Ve Panayır Köyden Gider” filminin tanıtımı, Soho’da yapılmış.

Sinema gişe, gişe izleyici demekse, tanıtımın sosyete kulübünde işi ne?

Hem de filmin ismiyle tezat bir mekânda tanıtım olursa, iyi filmlere de yazık olur.

Ülkemin iletişim yönetimi sektöründe, hedef ile yapılan iş arasındaki bağ kopmuştur.

Durum, kötüdür. Ve biz “kötüye kötü” deriz.

ARTIK “POSTMODERN TEORİ”Yİ ANLATMAK ZOR DEĞİL

Postmodern teoriyi anlatmak bize keyif verse de, öğrenciye zor gelir. Pek çok örnekle anlattıklarımızı desteklememiz gerekir.

Son haftada öyle iki örnek gördük ki, öğrenciler “Hah işte şimdi anladık” diyecekler.

Birincisi, Kılıçdaroğlu’nun, Tarafsız Bölge’ye çıkıp “Biz PKK’lıyı da, DHKP-C’liyi de ziyaret ettik” demesidir.

Kastı ne kadar iyi olursa olsun, algı bağlamdan oluşur. Her tarafta şehit haberleri, canlı bomba saldırıları varken böyle bir ifade “akıl ve dil arasındaki bağın kopukluğunu” gösterir.

İkincisi, her karakterde hep aynı yüz ifadesiyle oynayan Cansu Dere’nin bölüm başına 90 bin TL istemiş olmasıdır.

“Akıl ve eylem arasındaki bağın kopukluğu” böyle bir şeydir.

“Postmodern teori” tam da böyle söyler.

AKLIMDA KALAN

Kadınlar ve tavuklar kompleksine gülüşüm: Popçunun biri, deliler gibi sevdiği kocasından boşanır boşanmaz, deliler gibi başka birini sevince. Yeni delikanlının annesi tweet atmış: “Horozumu saldım çayıra, tavuğu olan düşünsün.” Yok, tweet’e gülmedim, o tweet’i cinsiyet ayrımcısı bulup bozulanlara güldüm. Tam bir kompleks yığını olup çıktık. Üstüne bir de, Bill Gates ailesi yoksul kadınlara yetiştirmesi için tavuk bağışlamasın mı!!!