Nuran YILDIZ

DELİ MİYİM NEYİM?

----- 30.09.2018 - 23:00 -----

Uzun sayılabilecek bir aradan sonra yeniden yazmaya başlayınca, alışıldık başlık “Nerede kalmıştık?” olur.

Düşünmedim değil. Ve. Fakat. Soru bana fazlasıyla anlamsız geldi.

Zira. Ne kaldığımız yer aynı yer, ne ben kaldığımız yerdeki ben, ne de okurlarım.

Yer. Zaman. Aktörler. Olaylar. Kendi içinde ve başkalarıyla ilişkilerinde değiştiler.

Dolayısıyla. “Yeniden başlama” hikâyeleri, hiçbir zaman yeniden başlamaz. Her başlayan şey, yeni bir şeydir.

Serde akademi var ya, sorusuz da olmaz: Yanıtların kocaman bir özeti gibi soruyorum: “Deli miyim neyim?”

“Köşe yazarlığının bittiği, etkisizleştiği”nin söylendiği günlerde.

Şimdinin (iktidara yakın/muhalif) pek çok yazarı için bu saptamayı yanlış bulmadığım halde…

Ancak. Köşe yazarlığını top yekun bu genellemeye dahil edemeyiz.

Tam da bizde “köşe yazarları olsa ne olur olmasa ne olur” denirken, ABD’de, New York Times’da çıkan bir yazı ortalığı karıştırabiliyor.

Gerçek olan şu: Herhangi bir metnin değerini, içeriğinden çok kimin yazdığı belirler.

“Aman bizi zorda bırakır” kaygısıyla yazarların işine son verme işi, “uslu ve cici” yazarlara yer açılması, medyanın bugünkü düzeninde sadece ve sadece lüzumsuz iştir.

Artık bir yazarı işten atmanın, yazılarının gücüyle ilgisi yoktur. Biri birini sevmedi diye, biri birine güçlünün kim olduğunu göstersin diyedir.

Mesela bahisler ne zaman gönderileceği üzerine olan Ertuğrul Özkök.. Tüm snopluğuna rağmen severim kendisini. Mürekkep yalamışlığını, kafayı çalıştırma biçimini severim.

Özkök’ün uzun zamandır geldiği nokta “poşu kime yakışmış” noktasıdır ve bu içerikle, yazmasıyla yazmaması arasında bir fark yoktur. Özkök’ün gönderilmesini el ovuşturarak bekleyenlerin yerinde olsam, “işten atılma payesi” vermek yerine yazmaya devam etmesini isterdim.

Neymiş? Zaman bakış açılarını kımıldatma zamanı.

Ahmet Hakan mesela. Yazılarını Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibi dışında büyük ciddiyetle okuyan var mıdır emin değilim.

Adam “show business” işiyle köşe yazmayı helmelendirmiş gidiyor. Kimseye zararı olmaz, yararı da.

Ya da Taha Akyol. Kaç kişi okuyordu, kararlarını değiştirecek kadar önem vererek? Bence hiç. Aydın Doğan da bunu anlamadı zaten.

Aydın Beyin hem yüzüne, hem de önceki köşe yazılarımda kaç kez “gidişiniz gidiş değil” dedim. O ise, her insanın kolayca yapacağı tercihi yaptı, “süpersin” diyen yakın çevresine inanmayı seçti. Hayat.

İlk yazı için gereksiz ayrıntılar. Geçelim.

100 yıl kadar önceydi gibi, Superonline tarafından kurulan, Nevzat Basım tarafından yönetilen nethaber.com’la başladım internet dünyasında yazmaya. Daha tek tük bilgisayarlı ev ve ofislerin olduğu dönem.

Sonra turktime.com geldi Talat Atilla’nın, sonra da Hadi Özışık’ın gazeteciler.com’unda yazdım.

Arada Sabah ve Habertürk oldu basılı medyadan.

TRT Türk ve Cine 5’te program yaptım.

Habertürk hariç hepsinden kendi isteğimle ayrıldım.

Sabah’ta 2 sütunX 15 cm ile başlayan yazılarım, şimdi FETÖ’den kaçak Ergun Babahan tarafından kovulduğumda neredeyse tam sayfa olmuştu.

“Hani tek Habertürk’tü, Sabah’tan da yollanmışsın ya” diyeceksiniz şimdi.

Yazayım.

TMSF Sabah’a el koyduğunda, Ergun Babahan yayın yönetmeni olur olmaz bana “yazmasın” diye haber gönderince, Yavuz Donat onu aradı, itiraz etti: “En çok okunan yazarlardan biri, bu karar doğru değil.”

Sevgili Yavuz Beyin aldığı cevap, “yeni yönetimin kararı, benim değil” olmuştu.

Eşyalarımı toplarken bir telefon geldi. Yeni yönetimin tepesine atanan Mehmet Akif Yaşın’dı arayan. “Hocam bizim sizin yazmamanız yönünde bir kararımız yok, o bilgi yalan, lütfen yarın gazeteye yazınızı gönderin” diyordu.

Kafam karışmıştı, beni Sabah’ta yazar yapan Fatih Altaylı’ya anlattım durumu. “Bir gazetenin yönetim kurulu başkanı istediğine göre yazmaya devam etmelisiniz” dedi.

Ben ise yayın yönetmeninin istemediği yerde durmayı doğru bulmadım, bıraktım.

İşime son verilen tek yer olan Habertürk’e gelince. Orası halâ karanlık. Bir Twitter gevezesine göre yazılarım okunmadığı için yazılarıma son verilmiş.

Komik misiniz nesiniz yaaa… Onu da açayım.

Haberturk.com’da ön yüzde Fatih Altaylı gibi bir marka yazarken, gözden uzakta yazdığım yazılar zaman zaman 2 saatte 80 bini bulunca.

Altaylı, yeni çıkacak Habertürk’te köşe yazmamı teklif edip, “kaçıncı sayfada yazmak istediğimi” sormuştu.

Şaşkınlığım ve cevabım dün gibi aklımda: “Esas işim akademi. Hangi sayfa olursa fark etmez.”

Beş gün, beşinci sayfada yazmamı istedi. Ona göre yazarlar liginde birinci lige çıkmıştım. “Birçok yazarımdan (isim de vermişti) daha çok okunuyorsunuz” dediğinde, anlaştık.

Beş gün, beşinci sayfada yazdım mı? Hayır.

Neden? Cevabını halâ okurum olmasından keyif duyduğum Fatih Altaylı biliyor, o da orada duruyor. Belki o söyler.

Geçenlerde. Benle ne derdi olduğunu bilmediğim birinin “Habertürk’ten okunmadığı için atıldı” tweet’ine hayli gülmüş, Altaylı’ya “bu tweet’in cevabını vermek size düşüyor” demiştim.

Sanırım vermedi.

Altaylı ilginç adam, ki severim kendisini, politik ve sportif konularda gösterdiği cesareti dostlarını kollamakta göstermiyor nedense.

Geçelim.

Yüz yıldan uzun yaşamış gibi hissediyorum. Sevdiklerinin çaresi olmayan acıları, insana yorgun hissettiriyor. Hiç bir dinlenmeyle geçmeyen bir yorgunluk bu.

Öyleyse neden yazmaya başladım? Hem de herkesin “her şeyi ben bilirim” dediği günlerde.

Deli miyim, neyim?

Cengiz Er’e bunu sordum, “Hiçbir şeyle ilgilenmediğim bir dönem, neden yazayım ki?”

“Yazmaya başlayınca ilgilenirsin” dedi.

En çok okunan iki köşe yazarının ismini verip, “5 ay yazmasalar hatırlayan olmaz, öyle yalan bir dünya” dedim.

Cengiz önce beni düzeltti, “Ne beş ayı, sadece üç ay sonra hatırlayan çıkmaz onları.”

Sonra ekledi, “Sen kaç aydır yazmıyorsun?”

“18.”

“18 ay yazmıyorsun, ve neredeyse her gün okur mail’i almaya devam ediyorsun. Yazman lazım.”

Gerçekten de. Bunca zaman sonra bile, “Daha ne kadar bekleyeceğiz” diyen okur mektupları almaya devam ediyorum.

Cengiz’e vızıldadım, “Bana yazdırdığın için sana, senin sitende yazdığım için bana laf edenler olacak”, omuzlarını silkti.

İşte başladım.

Bekleyen okurlarım çıkıp gelecekler bir yerlerden.

Çok vefalı çıktılar. Bu zamanda. Gün saydılar. Bıkarlar dedim, bıkmadılar. Giderler dedim, gitmediler.

Her defasında mahcup oldum.

Mahcup olmak. Unuttuğumuz ama insanı insan yapan erdemlerden biri.

18 ay yeterince eksilmek ve bir o kadar büyümek için çok uzun zaman.

Annemin yıllardır çektiği hastalığa yeni ve daha ağır olanı eklendi. (Bu bilgi annemi merak eden okurlarım içindi.)

Anlayacağınız hastalık cephesinde, düşman sayısı artıyor. Bizim de mücadele azmimiz artıyor, sonunu ne kadar bilirsek bilelim.

Çok yakın bir dostumu kaybettim bu 18 ay içerisinde. İstanbul Ticaret Odası Başkanı İbrahim Çağlar’ı. İbrahim’in ölümü dost hanemde büyük eksik oldu.

15 Temmuz’da başka bir dostum Erol Olçok’un öldürülüşünün arkasından yayınlanan kitapta dediğim gibi, “dostlar ölünce insan ölenden çok kendisine ağlıyor.”

Dost kaybetmek, en ağır yoksulluk türü.

Bu ilk yazıda, geçenlerde yitirdiğimiz Güngör Uras’ı anmadan olur mu?

Her zaman en nitelikli okurlara sahip oldum, kimse kusura bakmasın.

Güngör Uras da onlardandı işte.

“Bizde adettir... Her gün okusak, beğensek de, yazarlara sadece eleştiri için mesaj yollarız. Bu defa beğenimi duyurmak için yazıyorum. Siteniz günde bir kaç defa izlediğim bir site.”

Bu mesajıyla haberdar olmuştum okurum olduğundan.

Yine, sanki o da okuyormuş gibi yazacağım.

Ve…

“Sizi okurken sanki karşımdasınız da konuşuyormuşuz gibi” diyen okurlarım, evet karşınızdayım ve konuşuyoruz.

Ne sizden daha fazla şey biliyorum ne de sizden daha yetenekliyim.

Düşüncelerimi serbest bırakıyorum o kadar..

Belki sadece bu nedenle, benden zerre hoşlanmadığı halde yazılarımı kaçırmayan da var. Yazmaya başlamam, kendilerine bile itiraf edemeseler de onların da hoşlarına gidecek.

Devamlı okurlar bilir, bir sözü sık tekrarlarım: “Doğru yaşarsan doğru gelir seni bulur.” Kimileri buna “karma felsefesi” diyor.

FETÖ’nün itibarsızlaştırma, korkutma saldırıları altında kimsesiz ve umutsuzken, bugün geldiğimiz nokta işte bu sözün kanıtı.

Artık. Siyasetten spora, ekonomiden aşka, her konuda ama sadece işin iletişim yanıyla hayata dokunan yazılarla buradayım. Sevenin gözü aydın, sevmeyen kendi yoluna.

“CEO MANTIĞI”

Cumhurbaşkanı Erdoğan “Devleti CEO mantığıyla yöneteceğiz” demişti. Üzerinde duran az oldu.

Adalet ve Kalkınma Partisi, kurulduğu günden bu yana CEO mantığıyla yönetiliyor.

Siyasi iddiası ne kadar muhafazakâr olursa olsun, yönetim mantığı bundan ayrı.

Bayilik toplantılarına benzer Kızılcahamam, Afyon toplantılarını aksatmadan devam ettiler.

Başarısız olanın gözünün yaşına bakmadılar.

İş dünyasıyla çok kolayca uyum yakalayabildiler. Ve onları dönüştürdüler.

Tam da yerel seçimler yaklaşırken söylenen bu cümlenin siyasi partilerin il, ilçe, belde teşkilatları düzeyinde masaya yatırılması gerekiyor.

Mesela CHP’nin örgütten sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Oğuz Kaan Salıcı’nın “Örgüt yaşlandı, işlevini kaybetti” sözü. Tüm kaba ifadesine rağmen doğru yapılmış bir tespit.

Doğru da. İzmir bölge toplantısında “bu toplantıdan çok şey öğrendim” diyecek kadar örgüt ve sorunları hakkında bilgisiz yöneticilerle başarı gelebilir mi?

CEO mantığına CHP’nin acilen geçmesi gerek. İklim müsait olur mu? Sanmam.

İYİ Parti de acilen şirket yönetim mantığına geçmeli. CHP’nin tersine o kadar genç bir örgüt ki, CEO mantığıyla yönetilmezse ortaya kakofoni dışında bir şey çıkmaz.

MHP ve HDP’yi de size bırakıyorum.

EURO 2024

Tamam. EURO 2024’ü Almanya’ya karşı kaybetmemizin başka başka nedenleri vardır.

Yine de Almanya’nın sunum filmiyle, bizim filmimiz arasındaki büyük farkı gören var mı?

Almanya bir tarz sundu. Keyif, eğlence, coşku, heyecan dolu bir tarz.
Biz ne sunduk? Ne kadar yeterli olduğumuzu göze sokan bir tanıtım.

Sevgili dostum Erol Olçok yaşasaydı, “Biz ülke içerinde tarz satarak başarı kazanırken ülke dışında da bunu yapmalıydık” derdi. Demez miydi?

“İŞ İNSANI” SORUNU

Toplumsal cinsiyet tartışmaları sürerken “iş adamı ifadesi kadınları dışlıyor, artık iş insanı diyelim” dendi.

Öneri doğru mu? Doğru. Da. Uygulama sorunlu.

Gazetede yazıyor: “Başarılı oyuncu Bensu Soral ve iş insanı Hakan Baş evlendi.”

Bir oyuncunun başarılı olup olmadığının kriterinin muhabirlerden geçiyor olması komedisi bir yana, tek bir kişiden söz ediyorsan o kişiye “iş adamı” denmesinde ne sakınca var? Komik.

SAKİLLİKLE ÖVÜNMEK DE BİZDE

Adana “Altın Koza” film festivalinin 25’incisi gerçekleşti. Büyük iş, kutlamak gerek.

Ne var ki, bu tür önemli törenlerde katılımcıların “saldım çayıra” kıyafetleriyle gelmeleri, artık rahatlık sınırını fazlaca aşıp saygısızlık, küçümserlik, önem vermezlik boyutuna gelmiş görünüyor.

“En iyi erkek oyuncu” ödülünü alan iki oyuncudan Caner Şahin, özensizden öte acıklı derecede sakildi.

Peki, bu kadar önemli bir törenin jüri üyeleri olarak sahneye gelenlere ne demeli? Tuba Büyüküstün, giyimiyle sanki sirkte şova çıkacak gibiydi.

Sallapati haller, hiçbir derinliği olmayan teşekkür konuşmaları…

Sunucuların şık kıyafetleri rahatsız edecek kadar tezat kaldı.

Yaaa biz, yan komşuya geçerken bile üst baş kontrol eden insanlar değil miydik? Çok ayıp. Çok ayıp.

AKLIMDA KALAN

Ruhani’nin diyalog tanımı: BM’deki konuşmasında İran Cumhurbaşkanı Ruhani, Trump’a "Devirdiğiniz müzakere masasına dönün” çağrısını yaparken ekledi: "Müzakere için iki kişilik fotoğraf karesine gerek yok. Bu aynı ortamda birbirinin konuşmasını işitmek şeklinde de olabilir." Diyalog için, müzakere için çözüm önerilerinden daha önemli olanın “işitmek” olduğunun altını çizen bu cümleye bayıldım. Birkaç yıl önce, İran’ın eski cumhurbaşkanlarından Ahmedinejad’ın “Artık bu bölgede farklılıkların değil, benzerliklerin konuşulması gereken zaman gelmiştir” cümlesine bayıldığım gibi.