Nuran YILDIZ

Haberturk.com - Arşiv

Sevgili Hıncal Uluç, sizi öpüyorum!

Sevgili Hıncal Uluç, yazımın başlığındaki “sevgili” hitabı sanırım size olan duygularımı cümle aleme duyurmaya yeterlidir.
İçten ve mülkiyet kokan bir sevgiyle “Hıncal’ım” demek de hoş olurdu. Sevgili Ayşe’nin hitabı gibi… Ayşe’ye imrendim ama aramız hiç o kadar sıkı fıkı olmadı sizinle….
Ya da çoğu tanıdık, tanımadık insanın “Hıncal Abi” deyişi gibi, “Size abi diyebilir miyim?” türü izne başvurmadan teklifsizce abim de olabilirdiniz. Ne var ki oldum olası sevgilerimi akrabalık sözcükleriyle ifade etmeyi sevemedim.
Bir yıl aynı gazetede yazdık. Bazen köşelerimiz öpüştü, ben keyfini çıkardım. O zaman bile “Hıncal’ım” değildiniz, “abim” de olmadınız.. Yine de bildim ki sevgimiz karşılıklıdır. Karşılıklı değildiyse bile öyle düşünmek ruhuma iyi geldi..
Sizi futbolun Nostradamus’u, hayatın filozofu saydım. Dostlarınıza düşkünlüğünüzü dostlarıma düşkünlüğüme benzettim.
Aşk üzerine söylediklerinizi aşk üzerine söylediklerime..
Ne zaman kapımı kendim açmak zorunda kalsam, siz de anahtar deliğinden girdiniz…
CNR’daki o sevimli restoranda sizinle yemek yiyebilmek için ne önemli bir toplantıyı iptal ettiğimi unutmadım.
Bunu bana bir de George Clooney yaptırabilir, o da ihtimal dışı zaten.
Bu kadar içtenlikli yazmamı okur “asılma” olarak yorumlayacaktır. Mahsuru yok. O yorum sahiplerinin ya sizle, ya benle ya da ikimizle ilgili fikri yoktur, kesin.
Benim bildiğim siz belirli bir yaşın üzerindeki kadınlarla ilgilenmezsiniz zaten. Menünüzde hep çıtır vardır.
Benim bildiğim siz yalaka, yağcı takımına da hiç tamah etmezsiniz…
Sevgili Hıncal Uluç,
Dünkü yazınızı hüzünle okudum.
“Bir de bakarsınız beni de alırlar” demişsiniz Ergenekon’u ima ederek. Nedensizce içine düştüğümüz bu şüphede yalnız değilsiniz.
O şüphede epeyce kalabalığız.
Sokaktaki insan, köşedeki yazar “Birgün beni de…” diyorsa durup dururken… Bu ruh hali acaba neden? Gözaltına alınmalar gerçekçi bulunmadığı için mi? Yoksa emniyetlerini emanet ettikleri yöneticilere güven duymadıklarını mı gösterir bu?
Güvenin olmadığı, paranoyanın kol gezdiği bir ülkede kişi başına düşen gelirin, kişi hak ve özgürlüklerinin bir anlamı olabilir mi?
Sorular da, şüpheler de, paranoyalar da çok Sevgili Hıncal Uluç…
Size, biraz vaktinizi alıp annemin ruh halinden söz etmek isterim.
Günlerdir annem başımın etini yiyor. Sizi okuyunca başımın etini yemekle kalmadı, ruhumu da tüketmeye başladı lime lime..
“Ben sana askerle ilgili bir kitap yazma demedim mi?” diyor, “Sana mı kaldı bu konularla uğraşmak? Ya bu kitabı yazdığın için seni de Ergenekoncu diye içeri alırlarsa?”
“Anne bak, Ergenekon yazdığın kitaplara bakmıyor, kurduğun ilişkilere bakıyor” diyorum. Dinlemiyor.
Bu kez “Madem öyle, geçen gün yemeğe çıkıyorum dediğin adam kim? Ne zaman, nasıl tanıştın? Ya Ergenekoncuysa, beni hiç mi düşünmüyorsun?” diyor.
“Anne” diyorum, “Dostlarım 10 yıldan eskiler. Ergenekon o kadar eski değil.”
“Sen beni öldüreceksin” diyerek sızlanıyor, “Tansiyonumu çıkardın işte. Daha geçen gün telefonda ayıp bir fıkra anlatıyordun. Bak İlhan Abi’ye, esprilerden içeri girmiş adamcağız.”
İlhan Selçuk’un sonunda annemin de abisi olması durumuna şaşıp kalıyorum.
Durup durup “Ne vardı Harp Okulu’na gidip yoklama törenini izleyecek? Yok bir de 1283 denince ve herkes burada diye bağırınca gözlerin dolmuş. Madem gözlerin doldu, ne var sanki bunu köşende yazmasan, ölür müydün? Ya Ergenekoncular senin köşeni de okuyorlarsa?”
Her baş eti yeme seansından sonra mutlaka ekliyor: “Beni hiç mi düşünmüyorsun?”
Annem bu Ergenekon soruşturmacılarından epey tedirgin anlayacağınız…
Sevgili Hıncal Uluç, bir haftadan fazladır benim hayatım böyle.
Allahtan annemin Fehmi Koru’yla içtiğim kahveden haberi yok. Bir de onu bilse neler olur kimbilir?
Diyeceğim o ki Sevgili Hıncal Uluç, sizi okumaktan hep keyif alırken, dünkü yazınızla yarama tuz bastınız işte.
İzninizle yanaklarınızdan öpüyorum. Nuran

CHENEY VE AMERİKAN İMAJI

ABD Başkan Yardımcısı Türkiye’yi ziyaret etti. Aslında ziyaret sayılmaz pek, rüzgâr gibi geçti demek daha uygun.
Bir gösteri (şov), bir şaşa ile gelip gidiverdi.
ABD için imaj önemli mesele. “Büyük ülke” imajını yaratmak için gösteri ise temel araç. ABD’yi temsil edenler önce ABD imajını tasarlamadan küçük bir adım bile atmazlar. El sıkmazlar, ağız açmazlar. Önce ABD ve Amerikalı imajı kurulur, tasarlanır, sonra o imajın sahneye konuluşuna sıra gelir. Dünya bu imajı oluşturmak için kocaman bir sahnedir.
Cheney’nin görkemini biri askeri uçak, diğeri Airforce 2 olmak üzere iki dev uçak süslüyordu. Sinyal kesici jammer da vardı, üstün korumalı ambulans da. Tehditleri düşününce garip gelmiyor bu durum.
Benim ziyaret resminde takıldığım başka şeyler vardı. Cheney’nin etrafındaki kalabalık gibi. İki başlık altında toplanıyordu kalabalık: Uzmanlar ve korumalar.
Uzmanlar gösterişsizdiler. Çok şey bilen, çok şeye vakıf gibi görünen uzmanlar. Uzmanlıklarının altını çizmek için gösterişsizdiler.
Korumalara ne demeli peki? Her birinde bir boy, bir duruş. Bir güven ki kimselerde yok. Yüzleri çizilmiş gibi kusursuz. Yakışıklı ve çekiciler. Sanki Ankara sokakları Hollywood filmlerinin platosu oluvermiş.
Hepsi de unutulmaz Top Gun filmindeki nefes kesici Tom Cruise, Bodyguard’daki Kevin Costner sanki. Özellikle bu imaj için seçilmişler, işlevleri sonradan gelmiş.
ABD bu. Önce imajı tasarlar. Sonra onu sahneye koyar. İşte o yüzden, ABD’den söz ederken söz ettiğimiz aslında imajlar ülkesidir.

AKLIMDA KALAN

Org. Büyükanıt’ın “Nedense” demesi: Pakistan’ın Milli Günü Resepsiyonu'nda genç bir kız Genelkurmay Başkanı’na sevgisini göstermiş, sımsıcak sarılmış, arkadaşıyla telefonda konuşturmuş. Org. Büyükanıt keyifle durumu başkasına anlatırken diyor ki “Arkadaşı varmış. Nedense beni çok seviyorlarmış.” Dinlerken bu “nedense” sözcüğüne takıldım kaldım. Büyük olasılık Genelkurmay Başkanı “Tecahül-ü arif sanatı” yapıyor. Yoksa neden sevildiğini bilmez olur mu? Giydiği üniforma yüzünden. Bu ülkede o üniformaya bir sempati her zaman vardır. Kimi zaman korkulur, kimi zaman tedirgin olunur ama her zaman sevgi vardır.

(Haberturk.com 26.03.2008)