Nuran YILDIZ

Haberturk.com - Arşiv

Anne çocuğuna muhtıra verebilir mi??

Bir kısım aydınlara ve gazetecilere göre başlıktaki sorunun yanıtı “verebilir” olur.
Onların “muhtıra”ya yüklediği anlam, bilinçaltlarının askeri kavramlarla kuşatılmış olmasından ileri gelir.
Bir kötü alışkanlığımız da var ki bilinçaltının ortaya çıkmasını kolaylaştırıyor: Kavramları rastgele, özensizce kullanmak.
Oysa kavramlar anlamları, anlamlar da koşulları oluşturuyor.
Kavramlarda özensiz olunca da Yargıtay bildirisine hemen “muhtıra” yaftasını yapıştırılıverdi.
Aynı gazeteciler ve aydınlar TSK’dan gelen her açıklamaya da “muhtıra” diyorlar.
Ya bilgi eksikliğinden, ya hafızalarında bildirileri muhtıraya denk getiren deneyimlerinden ya da kötü niyetten.
Elbette “muhtıra” bir uyarıdır. Ama her uyarı muhtıra değildir.
“Yağmur yağacak, şemsiyeni unutma” diyen anne, çocuğuna muhtıra vermiş olmaz, uyarmış olur.
“Muhtıra” ile “ihtar” sözcükleri arasında bir ilişki var. Dolayısıyla da muhtırayı “yaptırımlı uyarı” olarak tanımlamak gerekli.
“Yapmazsanız eğer, sonuçlarına katlanırsınız” tonlamasında tehdit içeren uyarı.
Örneğin 12 Mart bildirisi “Bu hususlar yerine getirilmediği takdirde…” diye başlayan bir cümleyle biter.
Doğrudan ya da dolaylı yoldan yaptırım ima eder.
Türkiye’nin yakın tarihindeki söze dökülmüş en gerçek muhtıradır o yüzden.
Yakın tarihimizde söze dökülmemiş, güçlü bir yaptırım ifade eden simgesel bir muhtıra vardır: 4 Şubat 1997’de Sincan’dan tankların geçmesi.
Yargıtay metnine “yargı muhtırası” demek içeriği boşaltarak, metni önemsizleştirmeye hizmet eden bir anlayışın göstergesi.
Oysa açıklama metni “Yüce ulus adına yargı yetkisini, bu görüş ve sorumlulukla; kullanmayı sürdüreceğimizi, yargı bağımsızlığının takipçisi olacağımızı saygıyla duyururuz” cümlesiyle bitiyor.
Kanadoğlu’nun benzetmesiyle “feryat” denebilir, “şikayetname” de denebilir, ama muhtıra değildir.
Türkiye sanıldığı gibi muhtıralar ülkesi değildir, öyle olduğunu düşünmek derin bir yanılsama ve kötü bir bilinçaltı oyunu.

HAKAN ŞÜKÜR SESSİZCE GİTMELİ AMA…

Ama öyle olmayacak. Kıyametler kopacak.
“Hakan Abi bizi bırakma” pankartları açılır, “Hakan Abi bizi bırakma” feryatları yükselirse sakın şaşmayın.
Çünkü Hakan Şükür adı bu ülkenin en örgütlü tarikatıyla anılır oldu bir süredir. Tarikat haberlerine konu oldu, spor haberlerinden çok.
Futbolcuların dini duyguları güçlü olabilir ama bir spor kulübü “ışık evleri”ndeki gibi abi-kardeş anlayışıyla bölünemez.
Galatasaray’ın simgesi olmak ve öyle tarihe yazılmak yakışırdı Hakan Şükür’e.
Onu omuzlarında taşıyan taraftarın sırtına “tarikat takımı” kamburunu koymasaydı eğer…
Sonuçta ilim ve irfan yuvası Galatasaray’ın tarikat yuvası imajıyla anılmasına neden oldu. Tek başına kendisi yapmadı bunu. Ne var ki karşı da koymadı.
Galatasaray bu durumdan kurtulmak için Hakan’la yollarını ayırmalıydı. Öyle de olmuş.
Büyük bir kulübü yönetmek, gerektiğinde en değerli futbolcusundan vazgeçebilmektir.
Yönetimin aldığı karar desteklenmeli.
Çünkü büyük kurumlar bir gölgenin altında ezilecek kadar hassastır.

AKLIMDA KALAN

Ece Temelkuran’ın sözleri: Ece Temelkuran’a imrendim. Ne kitabı için, ne de gazete yazıları için bu duyguyu hissetmemiştim. Kitabında “Kahramanım kocam, onunla ideal bir ilişkiyi yaşıyoruz” diye yazdığı için imreniverdim. Kahraman kıtlığında hayatının kahramanıyla uyuyabildiği için. “İdeal ilişki”nin ne olduğunu saptayabildiği ve yaşadığının o saptadığı şey olduğunu anlayabildiği için. Nasıl imrendim bilseniz…

(Haberturk.com 28.05.2008)