Nuran YILDIZ

Haberturk.com - Arşiv

Siyasetin gerçeği ve medyanın gerçeği

Siyasette olup bitenlere medyanın gözüyle bakanlardansanız büyük hata ediyorsunuz. Siyaseti yorumlarken referansınız medyaysa iki şeyden birine sahip olursunuz; Ya at gözlükleriniz vardır ya da dümdüz bir bakış açınız.

Köşe yazılarını ancak TÜBİTAK dergilerinde anlamlı bulabileceğim İsmet Berkan bile durumu kabul edip “medya sokaktan kopuk” demiş evvelki gün.

Yalnızca sokaktan olsa iyi, siyasetten de kopuk, hayattan da.

Mesela Genelkurmay Başkanının yüksek ses tonu kullanması hakkındaki tartışmaları “yapmalı mıymış, yapmamalı mıymış” kısırlığına indiriverdi.

Mesela Başbakanın askere destek vermesi üzerine eleştiriler bir nevi “geyiğe” vuruldu da Başbakanın o desteği, Genelkurmay Başkanının kullandığı sözcüklerin aynısını kullanarak göstermesi üzerinde hiç durulmadı.

Nihayetinde ezberleri hafızalarındaki kalıba tıkılı kalıp, bildik olunca, Başbakanın kendi ülkesinin ordusuna destek çıkmasına başka bir ülkenin ordusuna destek çıkmış muamelesi yapıverdiler.

Mesela yine Genelkurmay Başkanının Bakanlar Kuruluna katılması üzerine yorumlar bile eylemin kendisinden öteye gidemedi. İlk kez miymiş, kaçıncı kezmiş vs. (Bir not: 1921’deki 11 bakanlı ilk kabinedeki bakanlıklardan biri Genelkurmaya aitti, yani askere durum fazlasıyla tanıdık.)

Diyeceğim o ki, siyasetin gerçeğine, medyanın gerçeği üzerinden varmaya çalışmak boşuna çaba. Çünkü ikisinin gerçeği aynı şey değildir, tam aksine siyaset gerçeği ile medya gerçeği arasında büyük bir uçurum vardır.

Medya siyasetin gerçeği ile kendi gerçeği arasındaki büyük uçurumdan beslenir.

Thomas Meyer “Medya Demokrasisi” (2002, İş Bankası Yayınları) kitabında şöyle der: “Siyasalın praksisi, ortak eylemi ve katılımcılarının sürecin hedefleri ve sonuçlarıyla özdeşleşmelerini kolaylaştırmak için olası en fazla sayıda aktörün katılımına ve değişik kalkış noktalarının sürece dahil edilmesine önem verir.”

Bu nedenle de siyasetin önce çözüm bulmak ve ardından bu çözümü uygulamaya sokmak için sahip olduğu gerçeklikle, medyanın talep ettiği gerçeklik arasındaki farkı belirgin olarak ortaya koymadan olup bitenleri anlamlandırmaya çalışanlar yalnızca kendilerine değil, etki alanları içindeki insanlara da kötülük yapmış olurlar.

Benim okurlarım medyaya ve orada yer alan gerçeğe “yamuk” bakmalı. Bunun ne anlama geldiğini sonraki yazıda anlatmaya çalışacağım.

Benim okurlarım, kendisini her şeyi bilir gibi sunan ve konumlayanların siyasette olup bitenlere ilişkin yazı ve yorumlarına bu yazıyı okuduktan sonra bir kez daha bakmalı.

“Yüksek sesle konuşma”, “askere destek verme” ve “Bakanlar Kuruluna katılma”, durumlarına “eylemin kendisi”nin ötesine geçerek bakabilmek şimdi değilse ne zaman gereklidir?

BİR AÇIKLAMA GEREKSİNİMİ

“Ama böyle olmaz ki” demiş bir okurum ve devam etmiş;

“Fehmi Koru okuyun diye sizi gösterince dönüp okuduk. Ama ne görelim, ciddiyetten uzak, aşk, futbol yazıyorsunuz dalga geçer gibi… Yapmayınız rica ederim, Fehmi Koru’nun ciddiyetiyle oynamayınız.”

Ne demeli şimdi? Bana serzenişte bulunmak yerine gidip “siyasetimizin trendsetter”ı Fehmi Beye sorun bir zahmet.

Bu mütevazı dükkana tavsiye üzerine gelenlere diyeceğim o ki, tavsiye edenin de, tavsiyeyi dinleyenin de sorumluluğunu zerre kabul etmem. Hep yaptığım gibi canımın çektiğini, keyfimin istediğini yazmaya devam ederim. Ölçü yazdıklarımın iletişim kavramında kesişmesi.

Sabah’ta yazdığım sürede her pazar 6-7 yazı yazmışım. Siyaset, ilişki, magazin, spor, reklam, yani hemen her konuda “iletişim”i merkeze koyarak yazmışım. Burada da öyle yapıyorum. Ve görüyorum ki herkes (ben, bana yazdıranlar, beni okuyanlar) durumdan fazlasıyla memnun.

Dünkü Fenerbahçe yazısı mesela. Bir okurum demiş ki “yazınızın her cümlesine katılıyorum. Ancak ben bir antu.com üyesiyim. Yazınız orada da yer aldı. Orada ise size kızmak zorunda kaldım öyle yapmasam üyeliğim tehlikeye girebilirdi.”

İşte bunu seviyorum. Bana açık, bana dürüst, bana oynamayan okurları seviyorum. Her şeyden yazdığım gibi, her şeyden yazmaya devam edeceğim. Aman Fehmi Koru kimseyi bağlamasın.

“Her konudan yazıyorsunuz, arkadaşlarınız ne kadar şanslı” diyen okura cevabım ise: Size, her şeyden anlayan, çok bilmiş kadının nasıl bir felaket olduğunu bir düşünmenizi acilen tavsiye ederim. Öyle bir kadını bir saat çekebilirsiniz ama sonra, kafayı yerseniz şaşmam.

En doğru benzetme, her şeyden anlayan kadın davula benzer, uzaktan hoş gelir yani.

AKLIMDA KALAN

Başbakanın şairleri karıştırması sonrasında kesilen ahkam: Tartışma eskidi ama yazmazsam kahrolurum. Hani Başbakan, Dil Kurultayında Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri diye Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirini okumuştu ya. Medyamızın kimi yazarları kıyameti koparmıştı. Bir kısmı efendim okunan şiirin şairi nasıl bilinmez diye, bir kısmı da Kurultaya katılanlar yanlışlığı nasıl fark etmez diye… Sanki her şairin şiirini ezberlemek zorundayız. Sanki duyduğumuz bir şiiri kimin yazdığını şıp diye bilmemiz gerekiyor. Sanki sıksan toprağı şiir delisi fışkıracak. Ülkemiz de nihayetinde bir Yale, Oxford kampusü değil, hatırlatmak isterim. Hadi ortalama bir yana, bu ülkede TBMM’deki vekil sayısını 350 sanan doktora öğrencileri var. Daha da vahimi Çamlıbel’in şiirini nasıl bilemezsiniz diye ahkam kesenlerin bir kısmına “İstiklal Marşı’nın şairi kim” deseniz doğru yanıt vermeleri ihtimaldir, kesin değildir. Ah bu “gösteri entelektüelleri” ne can sıkıcılar… Ne sıkıcılar…

(Haberturk.com 27.10.2008)