Nuran YILDIZ

Haberturk.com - Arşiv

Şüphe yoksa gerçek de yoktur...

Bu yazı geçen cuma bu sütunlarda yer alacaktı. Davos araya girince kısmet bugüneymiş.

Geçen Perşembe, Emekli Org. Karadayı’ya ait olduğu iddia edilen ses bandı ortaya çıktı. İçeriğinde Karadayı’nın Erkan Mumcu’ya (Anavatan Eski Genel Başkanı) Meclis’e girmemesi gerektiği minvalinde söyledikleri ve bunu belirtirken de Mumcu için kötü bir sözcük kullanmış olması var.

Haberi okuyunca ağlamakla gülmek arasında gittim geldim. Konu iki açıdan beni ilgilendirdi; Birincisi “Tanklar ve Sözcükler”in yazarı olarak askerlerin üslupları hakkında fikir sahibi olacak kadar bilgim var. İkincisi Cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle ilgili o günlere ilişkin analizim de o kitapta yer alıyor.

Dahası, emekli bir generalin bir siyasetçiyi arayıp da “Meclis’e girmeyin” demesinin içinde tehdit unsuru yoksa neresinde suç unsuru olduğunu anlamış değilim.

Bu nasıl bir paranoya?

Gelelim küfür konusuna. TSK’nın iletişim tarzı üzerine kitap yazmış biri olarak bana bir generalin ağzından ağır küfrün çıkması pek inandırıcı gelmiyor.

Dünya üzerinde nezaketiyle ünlü bir ordunun, nezaketiyle bilinen bir generalinin, diyelim ki bu küfür aklından geçti, öyle ortalık yerde ağzından çıkaracak zaafta olması da şüpheli.

Türk Ordusunda generallik, mesleki yeterlilik kadar insani yeterlilik ve ruh disipliniyle edinilen bir mertebedir. “Emret Komutanım”ı yazan Mehmet Ali Birand iyi bilir.

Üstelik de bu küfrü Bodrum’da ailece birlikte olduğunu söylediği Mumcu’ya söylemesi hepten tuhaf..

Zaten Karadayı Fikret Bila’ya “Ben küfürlü ifadeler kullanmam. Bu mümkün değil” diyor. Diyor da kim dinliyor?…

Gelelim Mumcu ve ekibinin Parlamento’ya girmemesine.

Kitabımda bu konuyla ilgili yer alan analizin bir bölümü özetle şöyle:

“Gerçekten de Anavatan Partisi’nin oylamaya katılmamasını askerin talebi olmasıyla ilişkilendirmek siyaset bilenler için en son seçenek olmalıydı. Oylamaya katılmama her şeyden önce Mumcu’nun kişisel meselesiydi. AKP’den ayrılıp Anavatan’ın başına geçtiği günden itibaren TBMM’deki her kürsü konuşması sırasında, Başbakan Erdoğan’ın Genel Kurul’u terk etmesine bir yanıttı. Üstelik Mumcu son dakikaya kadar kararını açıklamayarak, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayını son güne kadar açıklamamasına aynı taktikle yanıt vermişti. Dahası konuşmasının sonunda söylediği gibi gerçekten de AKP kadrolarına devletin emanet edilemeyeceğine inandığı için AKP’den ve bakanlık koltuğundan istifa etmiş biriydi ve AKP’ye destek verecek Meclis’teki son kişiydi..(s.290)”

Kimse olayı bu yönüyle görmedi. Çünkü Ağar’ın ve Mumcu’nun iletişimsel becerileri yoktu. Bir de Mumcu seçim dışı kalınca, pek çok demokraside olduğu gibi Meclis’e girmemenin “mevcut siyaset yapma biçimini demokratik protesto biçimi” olarak algılanması yerine, sanki suç işlemiş bir ruh haline bürünmelerini AKP iyi kullandı.

Liderlik alınan kararın ardından gitmektir. Ama ne Mumcu ne de Ağar liderlik fikrine o kadar yakın oldular.

Kitapta Mumcu’nun neden Parlamentoya girmediğini açıklayan konuşmasından da bir bölüm var:

“Vicdanım rahat. Bu kararımda en çok ne etki etti bilmek istiyorsanız söyleyeceğim şey şudur: Şahsi müşahedelerim, şahsen görmüş olduğum olaylar ve insanların kimliklerine, kişiliklerine ilişkin gözlemlerim. Benim kanaatim şudur ki bu kadroya devlet emanet edilemez.”(s.289-290)

Bu konuşmayı unutup, emekli bir askerle durumu açıklamaya kalkmak üçüncü sınıf bir komedyadır.

Ses bandına dönelim. Karadayı “Bence bazı yerleri montaj yapmışlar” diyor, konuşmayı reddetmiyor ama sesteki farklılaşmaya dikkat çekip, konuşmanın bir kısmını reddediyor.

“Montaj mı” şüphesi kayda değer değil mi?

Gerçek bir kişinin açıklaması sanal alemdeki bant kaydının içinde eriyip gidiyor. Bu tehlikenin herkes için geçerli olduğu bir zamanda yaşadığımız ne yazık ki unutuluyor.

Belki de işin en iyi yanı Mumcu’nun Karadayı’yı mahkemeye vermesidir. Böylece şantaj mı, montaj mı ortaya çıkmış olur.

Medyamızın jurnalcilikleriyle ünlü, akbaba misali elini oğuşturan kimi yazarları şüphe kırıntısı bile duymadan ses bandını gerçek kabul edip veryansın etmişler.

Mumcu’nun gazetecilerin düşüncelerine pek önem verdiği bilindiği için ona akıl fikir de vermişler.

Kamu adına gözetim işlevi olan medyamın şüpheyi aklından bile geçirmeden, gerçeği katlederek yaşamayı içine sindirmesi hazmedilecek bir şey değil..

Hatırlatalım şüphe yoksa gazetecilik yoktur… Şüphe yoksa gerçek de yoktur.

BAŞBAKAN MÜKEMMEL SÖRF YAPIYOR

Habertürk Televizyonunda “Başbakan öfkeyi iyi satıyor” dediğim için kızan çok. Küfür edenler de az değil. Önemi yok, küfür kimin ağzından çıktığına göre, benden iltifat muamelesi bile görebilir.

Yine de Ahmet Hakan dostuma sormam lazım: Bu mutaassıp kesimin küfürle bu kadar içli dışlı olmasının nedeni acep nedir?

Düşüncelerime katılmayanlar beni tedirgin etmiyor, asıl katıldıkları zaman ya hatalıysam hissinden uykularım kaçıyor.

Amaaa…

Yanlış anlaşılmaya katlanamam. Yanlış anlaşılmak ruhumu lime lime doğrayacak kadar keskindir.

Ahaliyi kızdıran hepsi hepsi Habertürk’te toplam 3 dakikada söylediğim 3 cümle. Ne çok izlenip, ne çok dinleniyormuşum meğer. (Kuaförlerim, modacılarım neredeler?)

“Filistin ve İsrail arasındaki bir konu neden gelip Türkiye’nin onuruna dayanıyor” demişim. Tabii dakika sayılı olunca bu söz havada kalıyor.

Oysa “Eğer iki ülke arasında arabulucu, barış elçisi olacaksak bunun yolu, Türkiye’nin onurunu malzeme yapmamaktan, dikkatli politikalardan, mesafeli ilişkilerden geçer” demek istiyorum.

Uluslararası ilişkiler ince buz tabakası üzerinde kaymak gibi maharet ister.

Sonra o 3 dakikaya bir de “Başbakanın öfkesini satmakta usta olduğu, yarın seçim olsa bu durumun AKP’ye ciddi oy getireceği” cümlesini sığdırıyorum.

Söylediğim yanlış mı? Değil. Demek ki “eleştirel imaj”dan yanlış anlaşılmaya müsaitim.

Şüphesiz ki Başbakan, iletişimini en iyi yöneten liderdir. Öbür liderler sapır sapır dökülürken o fırsatını buldu mu kaçırmaz.

Diğerleri gibi gelen dalganın altında kalmak yerine, üzerine çıkmayı başaran iyi bir sörfçüdür.

Benim Başbakanın politikalarını onaylamıyor olmam başkadır, iletişim yeteneğine hayran oluşum başkadır. Bunu defalarca dile getirmekten hiç kaçınmamışımdır.

AKLIMDA KALAN

Facebook ve sanal muhabbet karabasanı: Her gün sohbet sitelerinden yüzlerce davet alıyorum. Bilmem kim beni arkadaş listesine eklemek istiyormuş. Peki ben istiyor muyum, soran yok. Internet’te yazmayı seviyor olmam, Internet’te muhabbete girmeyi sevdiğim anlamına gelmez. Facebook, Messenger gibi sosyopatlar aleminden uzak dururum. Facebook’ta dolanan Nuran Yıldız’larla hiçbir ilgim alakam da yok. Hiç bir sanal sosyal ortamda dolanmam. Ben somut şeyleri severim. Tutabileceğim, dokunabileceğim, görebileceğim, duyabileceğim ama en çok da koklayabileceğim şeyleri. Şu insan kokusu denen koku yoksa ben de yokum yani. İkinci ve üçüncü şahıslara duyurayım dedim, hani sonra bir sakatlık çıkmasın.

(Haberturk.com 03.02.2009)