Nuran YILDIZ

Sabah Gazetesi - Arşiv

Akademisyene köşe yazdırmak

Bu sayfada iletişime dair yazmam söz konusu olunca " iletişime dair " olmayan ne var diye düşündüm..Yok. Siyasetten ekonomiye, dövüşmekten sevişmeye her şey iletişmeye ya da iletişememeye dair. İletişime dair yazmak ve pratikten bakmak.. İşin bir yanı bu.
Diğer yanı, bir akademisyene köşe yazısı yazdırma cesareti. Akademia'nın yüksek duvarlı dilinden korkmak değil sorun. O sorunu kendi aramızda çözdük.
Öğrencilerin derse ilgisini çekmek için neredeyse " show business "in parçası olmayı epeydir kabul ettik. Neden cesaret istediğine gelince; genellemek doğru olmasa da, akademisyen herhangi bir denge gözetmez, bildiği neyse onu okurdur. Bilgiden taviz vermektense üsluptan verir. Bilgiyi buldu mu sonucunu umursamadan yazmak ister. Derdi bilgiyi paylaşmaktır.
Bilgi için dünyayı karşısına almaktan çekinmez. Arı kovanına sokulan çomak da olur, rahatı kaçan, kaçıran ağaç da. Galilei gibi. O " dünya dönüyor " dediğinde, karşısına Vatikan çıkmıştı. Ölüm cezasından kurtulmak için " dünya dönmüyor " demiş, ama mahkemeden çıkarken fısıltıyla da olsa "yine de her şeye rağmen dünya dönüyor" diye de mırıldanmıştı.
Doğrusu ya, biz de çeşit çeşidiz. Aynı örnekten gidersek içimizde " kim ne derse desin dönüyor işte " diyenimiz de var, " kimilerine göre dönüyor, kimilerine göre dönmüyor " diyerek denge gözetenimiz de. Değişen duruma göre bugün " dönüyor " yarın " dönmüyor " diyen fırsatçılarımız da var.
Bilimle uğraşmak zor iş, pratik alıp başını giderken daha da zor. Bilimi pratiğin içine sokmadan da olmaz zaten.
Yazmam teklif edildiğinde, " akademisyene yazdırma cesareti " meselesini gündeme hiç getirmedim elbette, neme lazım vazgeçebilirlerdi de...

Sözcükler ülkesi

Sözcükler ülkesi saptamasını benden sık sık okuyacaksınız. Saptama aslında Zizek'e ait. Zizek bu saptamayı Filistin için bambaşka bir bağlamda kullanmıştı.
Ama ben okur okumaz Türkiye'ye ne kadar uygun diye düşünmüştüm. Yarattığımız sözcüklerin ardından gidişimiz, sonra başka bir sözcüğün ardına takılışımız. Sözcükten sözcüğe atlayıp bir türlü yere basmayışımız.
Sözcükler masum değildir. İdeolojiler sözcükler ve kavramlar etrafında kurar kendini. Algılar yan yana getirilen sözcüklerle yönetilir. Geçen hafta yine kendimi " sözcükler ülkesi " diye mırıldanırken yakaladım.
Başbakan Reuters demecinde eşinin başörtüsünden söz etmiş, türbanından değil. O söyleşiyle ilgili sonraki tüm haber ve yorumlarda da başörtüsü türbanın yerini alıvermiş. Sonra başörtülü eş referandumundan söz edilmiş, türbanlı eş referandumundan değil.. Çoğu kimsenin farkında olmadığı bu durum, farklı ideolojik karşılıklara denk düşer.
Sözcükler algıyı yönetmedeki en önemli belirleyicidir ve masum değildir. Hatırlatayım dedim..

Kemal Sunal'ı neden sevdik?

Hafta başında altıncı ölüm yıl dönümü nedeniyle Kemal Sunal'ı andık. Aslında andığımız Kemal Sunal değildi, hala aynı filmleri defalarca izlemeye devam ederek bunu zaten yapıyorduk.
Kemal Sunal zihnimizde öylesine canlı ki, biz ölüm yıldönümünde öldüğünü hatırladık. Peki onu neden sevdik? Neden bazen diyalogları ondan önce söyleyecek kadar ezbere bildiğimiz filmleri defalarca izlemeye devam ediyoruz?
Kemal Sunal, siyasette dönen dolapları, toplumdaki sömürü ilişkilerini, köylünün aldatılmışlığını, öğrencilikteki saflıkla cinlik arasındaki gidiş gelişleri, yöneticilerle halk arasındaki derin yaraları, kısaca en karmaşık konuları bize basitçe anlattı. " Ali okula gel" ya da " Oya topu tut " basitliğinde hem de. Anladık. Anlamakla kalmadık, güldük ağlanacak hallerimize..
Kemal Sunal'la, kara filmin karanlık koridorlarına sokulmadan, politik sinemanın çok katlı yapısında kaybolmadan derin konuları anladık. O (film ekibiyle) karmaşık olanı basitçe anlatmayı, iletişim yönetimindeki temel taktiklerden üçünü kullanarak yaptı; " mesajı ilkokul düzeyinin anlayacağı basitlikte anlat ", " söyleyeceklerini insanları sıkmadan söyle " ve " anlatırken, samimi ve zeki ol ."
O bize anlatırken, bizden aşağıda, bizle aynı düzeyde gibi görünerek bizden yukarda durmayı da başardı.
Biz de onu sevdik.

Public Diplomacy

Başbakan'ın gazetelerin genel yayın yönetmenlerine yaptığı açıklamalar arasında AB'ye üyelik sürecinde Türkiye'nin iletişimiyle ilgili söyledikleri dikkat çekti. Başbakan siyasilerden çok, doğrudan Avrupa'daki halklara ulaşmanın, medyayla daha iyi ilişkiler kurmanın öneminden söz ediyor ve bunun için de bir çalışma başlatıldığını söylüyordu.
Bu görüşün 20 Haziran'daki, TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı ve YİK Başkanı Mustafa Koç'un Başbakan'ı "AB iletişim stratejileri" konulu ziyaretlerinden sonra açıklanması tesadüf olmasa gerek.
Bu açıklama kimilerince " halk diplomasisi " (public diplomacy) olarak yorumlanıp, " ülkelerin halkla ilişkileri " olarak da açıklandı. Public diplomacy'nin halkla ilişkilerden farkı temsilcilerinin doğrudan devlet görevlileri olmasıdır, diplomasi sözü oradan gelir.
" Kamuya açık diplomasi " olarak tanımlanan "public diplomacy" uluslararası imajına önem veren ülkelerde kurumlaşmış olarak bulunuyor. ABD'nin Irak çıkmazının ardından imajının fazlaca zarar görmesi nedeniyle, Başkan Bush'un imaj danışmanı ve Kamu Diplomasisi Departmanı'nın da başında bulunan Karen Huges bölgeye gönderilmişti.
Türkiye'nin uluslararası iletişimindeki başarısızlığının nedenleri doğru saptanmadıkça Başbakan'ın sözlerinin politika yapmak dışında bir anlamı olamaz. Türkiye'nin uluslararası imajını dönüp dolaşıp Midnight Express'e bağlama kolaycılığına da itirazım var . Türkiye ile ilgili olumsuz görüşe sahip olanlara soralım, çoğunun bu filmden haberi bile yok. Başarısızlığımıza bahaneler yaratmak siyasi bir hastalık olsa gerek .
Bakış açısı değişmedikçe, bahaneler yaratıp bunlara inanmaya devam ettikçe, bu iş devlet düzeyinde kurumlaşmadıkça, Avrupa'daki Türkler'in konuya dahil edilmeleri ve uyumları sağlanmadıkça söylenenlerin politik demeçlerden öteye gitmesi zor..
Yaz aylarında Almanya, Danimarka, İsveç'e giden uçaklarda hiç bulundunuz mu? O ülkelerde yaşayan insanlarımıza ulaşmak için Diyanet'in şubeler açması ve milliyetçi derneklerin kendi dünya görüşlerini yaymaları dışında bir şey yapıldı mı? Din ve milliyetçilik duygusuyla oynamak en kolay ve çıkmaz yol.
Danışmanları sayın Başbakan'a Türkiye'nin iletişimi yönetilecekse, binlerce rakım yüksekte, uçakta yapılan açıklamaların başarıyla hayata geçmesi için üç koşul gerektiğini hatırlatmalı: Örgütlülük, devamlılık ve tutarlılık.

İnek yerine konma hissi

Son günlerde reklam izlerken kendinizi hiç " inek yerine konmuş " gibi hissediyor musunuz? Ben ve arkadaşlarım ne zaman Sütaş'ın yoğurt reklamını izlesek bu hisse kapılıyoruz. Tuhaflık bizde mi, yoksa bizim gibi başkaları da var mı?
Hani şu " Yiğit " delikanlının bir stad ya da meydan dolusu ineğe seslendiği reklam. Genç adam öyle heyecanla ineklere hitap ediyor ki, ' bravo' demeli. Tüketiciyle " sürü psikolojisi " arasında bağ kurulduysa bile buraya kadar inek gibi hissettiğimiz yok. Ne zaman ki genç adam yoğurt severlere seslendiğini belirtmenin ardından " beni anlıyor musunuz ?!!!" diye bağırıyor, bir stat dolusu inek " mööö " diye yanıt veriyor, işte o his, " inek yerine konduğumuz" hissi içimize düşüyor.
Üstelik bu yetmiyormuş gibi, dış sesin tüm yoğurt severleri saygıyla selamladıklarını söylemesinin ardından genç adamın " sizi seviyoruuum!" diye bağırarak, yükselen "möö " sesleri arasında kendini ineklerin üstüne atışı.. Sanki bir pop konseri. O zaman inek yerine konma hissi iyice derinleşiyor.
Kompleksi olan biri değilim ama ya kompleksliler çoksa? Sütaş için bir risk değil mi?
Yoğurtla aram hoş değil, " yoğurt severlere " seslenen bu reklamı üzerime alınmayabilirdim de, ama, Sütaş'ın insanların yerine konan inek karikatürlerini keyifle takip eden biri olarak ' acaba' dedim, tüketicileri inek yerine koyarak inekler rövanş alıyor olabilirler mi ?

Aklımda kalan

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün "Hatta bazen yabancılarla yaptığımız toplantıda (Tayyip Bey'i) elimle ayağımla bile ikaz ederim" demesi. Manzara gözümde canlandı, pek güldüm. Bu konuda yazacağım.

Durum tespiti

Halkla ilişkiler işiyle uğraşanlar kendilerine aitmiş gibi görseler de, durum tespiti aslında her girişimin ilk aşamasıdır. Yazmaya başlamadan ben de, sonucu bildiğim halde durum tespitinde bulunmak istedim.
Sonuç: Herkes, tüm köşe yazarları her konuda yazıyor. Hatta televizyon yazarları başbakanın iletişimini analiz ediyor, spor yazarları futboldan çok yönetici ve futbolcu iletişimini yazıyor. İletişim yazanlar sinema, ekonomi, siyaset, yemek, müzik ne bulursa dokunuyor.. Bu durumun postmodern açıklamaları var. Koşullar herkesin her konuda bilgi sahibi olmasını gerektiriyor. Buna " uzmanlaşmanın ölümü " de diyebilirsiniz, " uzmanlaşmanın yayılımı " da.
Böyle olunca " peki ben ne yazacağım " demekle " öyleyse ben de her konuda yazabilirim " demek arasında bir yerde durdum. İletişim hayatın ta kendisi..Sonuç: Konu sınırlaması yok. Ama mutlaka iletişimle bağlar kurulacak.

(Sabah Gazetesi 09.07.2006)