Nuran YILDIZ

Sabah Gazetesi - Arşiv

Nuran Yıldız: Gül ve Erdoğan: Kim kimi yönetiyor?

Meğer Gül-Erdoğan iletişiminin analizini ne çok merak eden varmış. Geçen hafta Dışişleri Bakanı'nın Başbakan'la ilgili sözlerini 'aklımda kalan' köşesine koymuş, bu konuda yazacağımı söylemiştim. Neden bir sonraki haftaya koyduğumu soran mail'lere boğuldum adeta.
Gül-Erdoğan ikilisinin arasında olup bitenler AKP'nin, dolayısıyla da Türkiye'yi bekleyen geleceğin ipuçlarını vermesi açısından önemli olsa gerek. Çoğu ipucunun boşa gittiği ya da kimi zaman ipin ucunun kaçırıldığı bir ülkede yaşadığımızı aklımızın bir kenarında tutalım.
Önce
şunu ortaya koymalı: Erdoğan ve Gül ilişkisi onlar tersini iddia etse de sorunsuz bir ilişki değildir.
Sorunun temeli de birinin diğerini gölgeliyor olmasından kaynaklanabilir. Yöntemlerinin oldukça farklı olmasından da.
Dışişleri Bakanı ne demişti? "Yurt içinden de, dışından da bizi birbirimize düşürmek isteyenler var. Biz Tayip Bey'le arkadaşız, aramızda bir rekabet olması mümkün mü? 'Seni kızdırmak için çok uğraşıyorlar. Aman ne olur kızma, sakın sert çıkma' dediğim çok olmuştur. Hatta bazen yabancılarla yaptığımız toplantılarda elimle, ayağımla bile ikaz ederim. Tayip Bey'i 'aman yavaş' diye elimle gizlice ikaz ediyorum."
"Tayyip Bey" diyor Gül. Herkesin aklında sonraki cümleler kalsa da ben en çok burada takıldım. "Sayın Başbakan" demiyor, "Sayın Erdoğan" da demiyor. (AKP'de de şu hitap sorunu çözülmedi gitti. Emine Hanım da eşinden zaman zaman "Başbakan" diye söz ediyor; küresel terörist listesinde adı geçen biri ise Başbakan için Yasin Bey...)
Hitaplar önemli ipuçları verir. Seçilen sözcükler hitap edenle edilen arasındaki mesafeyi apaçık ortaya koyar. Tonlaması, vurgusu önemlidir. Güçlü bir bakanın başbakana neden Tayyip Bey dediğini düşündüm. Olsa olsa sıradanlaştırmak, aramızda çok da önemli farklar yok aslında demek ve elbette kendi iktidarını görünmeyen biçimde kurmak için..
"Aman ne olur kızma, sert çıkma" diyen Sayın Gül'müş. Biz de bunca zaman partiyi de, partilileri de Tayyip Bey yönetiyor bilirdik; değilmiş. Aksine kendisi teskin edilmesi gereken biriymiş, çevresindekiler olmasa, örneğin Gül olmasa çok şey kaybedermiş. Meğer Tayyip Bey'in karizması, liderliği masanın altında bitiveriyormuş. Ah bu satır araları...
Bu söyleşi (eğer imaj küçük fırça darbeleriyle oluşan bir resimse) Tayyip Bey'in imajından bir şeyler götürmüş olmalı. Teskin edilen, yaramaz bir çocuk gibi masa altından dürtüklenen bir liderin gücünden, karizmasından kim eskisi kadar inanarak söz edebilir? Konuyu birçoklarının yaptığı gibi cumhurbaşkanlığıyla ilişkilendirmeyeceğim. AKP'nin içinde derin bir kımıldanma yaşanıyor. Gül-Erdoğan ilişkisinin kodlarını merak edenler söyleşiyi bir daha okuyup bir kenara koymalıdır.
AKP'den kimileri bu söyleşiye Başbakan'ın çok kızacağını söylüyor, kimileri de hiç umursamayacağını... Üstelik iki grup da Başbakan'ı yakından tanıdığını iddia ediyor.
Ne kadar belli etti bilemem ama çok kızmış olmalı. Hakkınızda böyle şeyler söylense siz kızmaz mıydınız? Az ya da çok kızardınız.

Sütaş'ın yanıtı

Geçen hafta Sütaş'ın 'yoğurtsever' reklamlarını izlerken tüketicinin inek yerine konma hissinden söz etmiştim. Sütaş'ın Kurumsal İletişim Koorinatörü Gülay Tuncer Kalyoncu'dan bir açıklama geldi. Açıklamada ineklerle kurulan reklam dili anlatılıyor, ki buna bir itirazım yok. Aksine keyifle de izliyorum.
Sayın Kalyoncu, "Reklamı yanlış anlamışsınız" diyor ve şöyle devam ediyor: "Söz konusu reklamımızda da, her zaman olduğu gibi inekler Sütaş kurumunu temsilen orada
bulunuyorlar. Yani, Yiğit'in konuşmasını dinleyen kalabalık Türkiye'yi ya da Türk tüketicilerini değil, üretici konumundaki Sütaş'ı temsil etmesi için düşünülmüş bir öğedir." Sütaş'ın gerçek niyetinin ne olduğunu elbette anlamıştık. Niyeti bilmek yeterli mi? Açıklamayı dikkatle okuyunca 'sizi değil Sütaş'ı inek yerine koyduk' yorumuna ulaşmak da mümkün ya, neyse.
Elbette bir kurum yaptığı reklamı savunacak ama, yaratılan bir reklam figürüyle fazlaca özdeşleşmek de tehlikeli. Arçelik'in, "Biz çelik figürüyle kurumu temsil ediyoruz" dediğini düşünsenize! Çelik kurumu temsil etmiyor; kurumun teknoloji anlayışını temsil ediyor.
Kaldı ki, inek yerine konma hissini yaşayan yalnızca ben de değilim. Yazıdan sonra profesöründen market sahibine kadar 'bir tek ben böyle hissediyorum sanmıştım, demek ki yalnız değilmişim' diyen çok mail aldım. Hepimiz Sütaş'ı yanlış anlamışız. Peki reklam dili yanlış anlamaya izin verecek kadar çok katlı bir yapıda olabilir mi?
"Yanlış anlamışsınız" açıklaması bana, sınavdan aldıkları kötü notlardan sonra öğrencilerin 'hocam ben aslında onu demek istememiştim' demelerini anımsattı. Öyleyse onlara verdiğim yanıtla yazıyı bitireyim: "Ne yapacağız o zaman? Her sınav kağıdına açıklama yapması için öğrenciyi de mi iliştireceğiz?"

Önce kendini geç

Geçtiğimiz salı akşamı Sabah'ın desteklediği Deniz Kuvvetleri Kupası Açık Deniz Yat Yarışları'nın galası vardı. Gecede, Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı bir konuşma yaptı. Söylediği bir cümle çok dikkatimi çekti. Altaylı, dünyanın en çok kazanan ve en başarılı sporcusu ünvanını taşıyan golfçü Tiger Woods'un "Ben her zaman önce kendimle rekabet ederim" sözlerine atıf yaptı ve kendiyle rekabetin öneminden söz etti. Doğru bir bakış açısı, değil mi?
Öğrencilerime ders anlatırken, iş ve siyaset dünyasının yöneticileriyle konuşurken 'önce kendinizle rekabet etmelisiniz' vurgusunu hep yaparım. Başarının birinci kuralı rakipleri gözlemek değil, o sonra gelir. İlk kural önce kendini geçmeye çalışmak, hep kendinden daha iyi olmak, kendinden daha iyi yapmak.
Rekabetin gözle görülür olduğu spor karşılaşmalarına bakın. Amaç aynı: Başka sporcuyu, başka takımı gözüne kestirip onu geçmek. Sonuç genellikle başarısızlık, başarılı olanda da tatminsizlik hissi. 'Bugün daha iyiydim/iyiydik' diyebilmenin keyfini düşünün bir de. Başarıya giden yol başkasının önünde uzanan değil, kendi önünde duran yoldur. En büyüklere, efsanelere bakın. Önce kendileriyle yarıştıklarını göreceksiniz. Onları asil ve karizmatik yapan da bu işte.

Yeni imaj danışmanımız: M. Ali Ağca

'Türkiye'nin imajı nasıl düzelir' konusunu konuşmayan neredeyse bir Mehmet Ali Ağca kalmıştı. İletişim ve imaj yönetimi meselesi, futbol gibi herkesin rahatlıkla ahkam kestiği bir mesele. Öyle olunca da iletişim yönetimine yığınla para yatırıp istediği sonucu alamadığı için bu işe inancı kalmamış o kadar çok kurum yöneticisi tanıyorum ki... 'İletişim yönetme'nin bir uzmanlık alanı olması kimin umurunda! Her konuda engin fikir sahibi olduğunu değişik zamanlarda yazdığı mektuplardan öğrendiğimiz

Ağca da Türkiye'nin imaj meselesine el atmış.

Ağca, Fatih Altaylı'ya yazdığı mektupta, "Türkiye'ye zarar verenler Susurluk çetesini Çatlı'ya emanet edenlerdir (Herhalde bana emanet etmeleri gerekiyordu demeye getiriyor). Şimdi yapılması gereken şey Türkiye'nin masum olduğunu ispat etmektir" diyor. Türkiye'nin masumiyetinden söz edene bakar mısınız?
Özgür kalsaymış Papa'yla kucaklaşıp, merhum Papa'nın mezarını ziyaret edermiş. Bunlar da 'müspet, çarpıcı' olurmuş ve Türkiye'ye faydalıymış. Bir de karşılaştırma yapıyor: Bir yanda Bin Ladin, diğer yanda Türk milletinin asaletini, aydınlık yüzünü, diyalog kapasitesini dünyaya ispat eden M. Ali Ağca varmış. Geçelim. Ağca'nın en kayda değer cümlesi "Savaşların bir kültür, medya, propaganda, psikoloji mücadelesine dönüştüğü bu dünyada bu olayların ne kadar önemli olduğunu tahmin edersin" saptaması.
İletişim yönetiminden anlayanların metrekareye düşme oranı bu kadar çok olunca, Ağca'nın Türkiye'nin imaj danışmanlığına soyunmasına hiç şaşmam.


Aklımda kalan

Türk Dil Kurumu'nun sözlükten "eksik etek", "Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin" vs. sözlerini çıkarma kararı... Bizde böyledir, sözcükleri yok sayarsan sorunu da çözmüş olursun. Diyelim ki bu sözcükleri sözlükten çıkardık, hatta kullanımını yasakladık, yaratıcılığı kuşku götürmez halkımızın düşünce biçimi değişmedikçe aynı anlama gelecek başka sözler duyacağız demek ki. Çünkü düşüncesi varsa ifadesi de vardır.

(Sabah Gazetesi 16.07.2006)